10 Aralık 2012 Pazartesi

Stockholm’de elimden veri transferi yaptılar!


BİRAZ DA KRALİYET DEDİKODUSU

Bu aralar burada en çok konuşulan konu İsveç Prensesi Madeleine’in 15 gün evvel Amerikalı bir banker ile nişanlanması. Kraliyet dedikoduları üzerinde tükenmez bir bilgi kaynağına sahip olduğunu düşündüğüm rehberimiz prensesin Avrupalı bir prens yerine eş olarak Amerikalı bir işadamını seçmesinden hayal kırıklığına uğramışa benziyor. Ama arkasından da hemen ekliyor : “Babası da –İsveç  kralı Gustaf’ı kast ederek- böyle yapmıştı zaten.” 1972 yılında o zaman prens olan Gustaf Almanya’ya olimpiyatları seyretmeye gidiyor ve organizasyonda görevli olan halktan bir Alman kızıyla tanışıyor (şimdiki İsveç Kraliçesi Silvia) ve 1976 yılında ancak kral olduktan sonra onunla evleniyor. Bu kadar beklemesinin sebebi, eğer prens iken halktan bir kız ile evlenirse taht üzerindeki hakkını kaybedecek olmasıymış. Gönül ferman dinlemez dedikleri bu olsa gerek.

ERRICSSON HER ŞEYİ BİRBİRİNE BAĞLIYOR

Stockholm’de ilk olarak son zamanlarda adı ekonomi kulislerinde ‘batacak’ söylentileriyle çalkalanan Ericsson firmasını ziyaret ettik. Nokia’nın tam tersine Ericsson bir film stüdyosunu aratmayacak canlılıkta, neşeli bir genel merkez binasında ağırladı bizi. Genel merkezin bulunduğu yer, İsveç’in Silikon Vadisi olarak adlandırılan, Stockholm’e yarım saat uzaklıktaki Kista şehri. Ericsson’un 100 bin çalışanından 10 bini bu şehirde çalışıyor. Biz her ne kadar bu şirketi cep telefonu üreticisi olarak tanıyorsak da, Ericsson aslında dev bir telekomünikasyon altyapısı firması. 20 ülkede 22 bin mühendisi AR-GE alanında çalışıyor.

Ericsson'dan bir görünüş

Ericsson’un tarihi aslında çok net olarak büyük şirket nasıl olunuru  anlatıyor;
* 1876 da Lars Ericsson tarafından kurulmuş
* 1892 yılında Çin’e ilk satışı gerçekleştirmiş
* 1894 yılında Afrika’ya ilk satışı gerçekleştirmiş
* 1900 yılında toplam satışının yüzde 95’i İsveç dışına olmuş 
* 2012 toplam satışının hâlâ yüzde 95’i İsveç dışına yapılmış

180 ülkede operasyonu olan Ericsson 35 milyar dolar ciro yapıyor, beş milyar doları AR-GE için harcıyor ve 900 milyon insan da Ericsson’un kurduğu iletişim altyapısını kullanarak haberleşiyor. Türkiye’den de sorumlu müdürün söylediği bir söz gelecekte nasıl bir dünyada yaşayacağımızın sinyalini verdi: “Her şey birbirine bağlanacak.” 

İNSANLAR ARASI VERİ TRANSFERİ ÇOK YAKIN  

Hele yeni geliştirdikleri teknolojileri tanıttıkları gösteri dudaklarımı uçuklattı. Size sadece tek bir örnek vereyim; insan bedeni üzerinden veri transferi. Yani bir elinizi bir bilgisayara, diğer elinizi başka bir bilgisayara veya bir elektronik alete koyuyorsunuz, birindeki bilgi diğerine geçiyor. “Bu sayede yeni tanıştığınız biri ile mesela el sıkıştığınızda sizin bilgileriniz doğrudan onun cep telefonuna, onun bilgileri de sizin cep telefonunuza yüklenecek, kart alışverişi tarihe karışacak” dedi tanıtımdan sorumlu görevli. “Veya bir bilgisayara parmağınızın ucu ile dokunduğunuzda, bilgisayardaki istediğiniz dosyayı üzerinizdeki herhangi bir elektronik alete yükleyebilirsiniz” diyerek sözlerine devam etti.

Ericsson hatırası

EL SIKIŞIRKEN BİLE KORKACAĞIZ

Daha sonra benim üzerimde bir deneme yaptılar. Parmağımın ucu ile bir dizüstü bilgisayara dokundum, diğer elimin işaret parmağının ucu ile de duvardaki monitöre değdim. Ve hayretten kocaman açılmış gözlerimle, başka hiçbir tuşa kimse dokunmadığı halde, bilgisayardaki resmin büyük bir hızla monitörde belirmesini izledim. Tabii bizim gibi her gün yeni komplo teorilerinin üretildiği bir ülkede yaşayanlar için bu teknoloji yepyeni bir stres kaynağı. Biri ile el mi sıkıştınız, ‘acaba cebimdeki telefondaki bilgileri çaldı mı’ korkusu… Biri bilgisayarınıza mı dokundu,  ‘acaba dosyalarımı kopyaladı mı’ gerginliği… Bu teknolojilerin biz Türklerin de hayatını kolaylaştırdığına gel de inan.

Tabii bu korkularımdan kimseye bahsetmedim. Ericcson yetkililerini İstanbul teknoparkta yatırım yapmaya davet etmekle yetindim. Son derece olumlu yaklaştılar. İlk adım sanırım içerik uyumlaştırmasının bir veya iki kademe ilerisi olabilecek. Daha sonrasını da zaman gösterir zaten.

TEKNOPARK İÇİN PRENSİPTE ANLAŞTIK

Stockholm’deki ikinci ziyaretimiz SAAB’a oldu. SAAB’ın asıl ilgi alanı çoğumuzun zannettiği gibi araba üretimi değil. SAAB 1941 yılında kurulmuş dev bir savunma şirketi. Yüzde yüz kendi tasarımları olan savaş uçağı başta olmak üzere birçok savunma teknolojisi geliştirmişler. 13 bin çalışanları ile yıllık 3.5 milyar dolar ciro yapıyorlar. SAAB Türk Silahlı Kuvvetleri ile de yakın çalışma arzusunda, bu yüzden bizi son derece sıcak karşıladılar. Türkiye’deki müdürlerinin de katıldığı, en üst düzeyde bir görüşme gerçekleştirdik. Türkiye’yle üzerinde çalıştıkları proje gerçekleşirse, bunun AR-GE ayağının bir kısmının mutlaka Türkiye’de, mümkünse de İstanbul Teknopark’ta gerçekleşmesi üzerinde prensipte mutabık kaldık.

SAAB'da toplantıda

İskandinavya notlarım bu kadar. Bu topraklara yolu düşenlere tavsiyem mutlaka Stockholm’u görmeleri. Ülke olarak, hem Finlandiya’nın hem İsveç’in coğrafyasının çok güzel olduğunu söylüyorlar, fakat bunu gözlemleyebilecek kadar vaktimiz ne yazık ki olmadı. Her iki ülkede de, ama özellikle İsveç’te iş adamlarımız için ciddi ticaret fırsatları var. Türkiye’nin İsveç’ten önemli ölçüde yatırım çekebileceğini gördüm, fakat bunun için biraz daha gayret göstermemiz gerekiyor. Kısaca, kuzeyin bu mütevazi ülkeleri belki gözümüzden ırak, ama gönlümüzden ırak olmasın.

Bitti...

9 Aralık 2012 Pazar

Soğuk ülkede sıcak bir gezi



İsveç ve komşuları

1 Kasım 2012 Perşembe öğlen saatlerinde Helsinki’den kalkan uçağımız tekerleklerini Stockholm havaalanının pistine koydu. Kuzeyin başkenti denen bu şehre ilk gelişim. Helsinki’de uğradığım hayal kırıklığından sonra buranın daha sevimli bir yer olacağını umuyordum. Aracımız büyükelçiliğimize gitmek üzere Stockholm’e yaklaşınca moralim düzeldi. Bu kent hakikaten unvanına yaraşır güzellikte. Belki de iki gündür ortalarda pek gözükmeyen güneşin bulutların ardından sıcak yüzünü göstermesinin bu mutluluğumda payı vardır.

Büyükelçimiz Sayın Zergün Korutürk bizi her zamanki güler yüzlülüğü ile konutun kapısında karşıladı. Zergün Hanımefendi daha evvel cumhurbaşkanımız Sayın Gül’ün maiyetinde köşkte görev yaptığından kendisi ile tanışıkliğimiz var. Zergün Hanım’a, Helsinki büyükelçimiz olan eşi Selah Beyefendi’nin de selamlarını da iletiyorum. Ama anladığım kadarı ile Selah büyükelçimiz zaten telefonda Zergün hanımefendiyi geleceğimizden haberdar etmiş. Hemen konutun geniş salonuna geçiyoruz, Sayın büyükelçi bizi diğer elçilik mensupları ile tanıştırıyor ve İsveç hakkında bilgilendirme toplantısına başlıyoruz. Daha sonra da İsveçte yaşayan Türk gazetecilerle bir basın toplantısı yapıyorum.


Zergün hanım, Sedat bey ve ben Türk gazetecilerle

YURTDIŞINA YATIRIM YAPIYORLAR

Finlandiya ve İsveç, Avrupa’da Türkiye’nin en iyi ilişki kurduğu ülkelerin başında geliyor. 9.5 milyon nüfusu ile, AB üyesi olmasına rağmen İsveç Euro bölgesine girmemiş. Hem bu yüzden hem de ekonomisi ağırlıklı olarak ihracata yönelik olduğundan krizden pek de fazla etkilenmemişler. Kişi başına düşen milli gelirde dünya sekizincisi (57 bin ABD doları) olan İsveç rekabetçilikte de İsviçre’den sonra dünya ikincisi. Volvo, Atlas Copco, IKEA, Saab gibi birçok uluslararası firmaya sahipler. Bu ülke ile olan dış ticaretimizin 1.4 milyar Amerikan Doları’nı bizim sattıklarımız, 2.5 milyar Amerikan Doları’nı ise onların bize sattıkları oluşturuyor (2011 rakamları).

İsveçliler çok seyahat ediyorlar, ortalama bir İsveçli yılda 5.9 defa yurtdışına çıkıyormuş. Gene aynı şekilde İsveç yurtdışına çok yatırım yapan bir ülke. En büyük 200 şirketinin cirosunun yüzde 80’i İsveç dışındaki yatırımlarından geliyor. Ağırlıklı olarak da Çin’e yatırım yapmışlar. Biz de bu seyahatimizde İsveç’ten Türkiye’ye özellikle AR-GE konulu yatırım çekmeye çalışacağız.

KONYALILARIN ŞEHRİ

Bu barışçı ve çalışkan insanlar 19. yüzyıldan beri hiç savaşmamışlar. Sosyal politikaları çok güçlü. Gelişmekte olan ülkelere yardım eden ulusların başında geliyorlar. Yabancılara karşı fazla bir önyargıları yok. İsveç’te yaklaşık 115 bin Türk yaşıyor ve çoğu Konya’nın Kulu kasabasından. Hatta yerel seçim zamanları, Kulu belediye başkan adayları seçim kampanyalarına mutlaka İsveç’i dahil ederlermiş. Kulu Ankara-Konya karayolunun hemen kıyısında şirin bir kasabacık. Ben senelerdir Konya’ya iş icabı gider gelirim ve Kulu’dan her geçişimde kasabanın düzeni, evlerin mimarisi ve bakımına hayran kalırım. İsveç’te yaşayan Kululu hemşerilerim gerçekten memleketlerine bu kuzey ülkesinden güzellikler taşımışlar.


Stockholm

Ülkemizden İsveç’e yerleşenler arasında Süryani vatandaşlarımız da var. Süryaniler genelde bu ülkeye sığınma talebiyle geliyorlar. Ayrıca bu kuzey ülkesindeki hoşgörü ve özgürlük ortamından Türkiye’de yasadışı kabul edilen birçok örgüt de faydalanıyor ve serbestçe teşkilatlanıp faaliyette bulunuyor. Stockholm hükümeti de kendi ülkesinde yapılan bu faaliyetleri basın ve ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirdiği için herhangi bir müdahalede bulunmuyor.

İsveç dendiği zaman Türk iş aleminde akla gelen ilk isim Sayın İshak Alaton’dur. Türk – İsveç iş konseyinin de başkanlığını yapan Sayın Alaton gençken İsveç’e gelmiş ve çalışma hayatına da burada kaynakçı olarak başlamış. Türkiye olarak bu ülkeyle olan diğer ilginç bir bağlantımız ise "Dağ Başını Duman Almış" marşının bestesini "Şakıyan Üç Kız" isimli meşhur bir İsveç halk türküsünden almış olmamızdır.


Stockholm merkezden bir görünüş

Stockholm 55 köprü ile birbirine bağlanmış 14 adacığın üzerine kurulmuş güzel bir şehir. 13. yüzyılda kurulan şehrin nüfusu 1.3 milyon civarında. Kuzeyin Venedik’i olarak da adlandırılan bu şehir, göz alıcı mimarisi, temizliği ve yemyeşil parklarıyla bu sıfatı sonuna kadar hak ediyor. Şehrin göbeğinde, parlamento binasının yanındaki köprüden suya baktığımda, dipteki taşları pırı pırıl gördüm. Rehberimiz gülerek bize burada Stockholmluların oltayla somon balığı avladıklarını anlattı.  Ben de ona İstanbulluların Galata köprüsü üzerinde yılın 365 günü olta ile balık avladıklarını söyledim.

GENÇLERE ALKOL SATMAK BÜYÜK SUÇ

Bu şehirde kışlar çok sert geçiyor. Kışın o kadar soğuk oluyormuş ki, donan gölün üstünde araba yarışları düzenleniyormuş. Diğer kuzey ülkeleri gibi burada da alkol satışı son derece sıkı kurallara bağlı. Gençlere alkol satmak büyük suç, alkollü içkiler sadece özel mağazalarda satılıyor ve yüksek oranda vergiye tabi. Bu yüzden pek çok kişi StockholmHelsinki arasındaki feribota sadece vergisiz içki almak için binip, diğer şehre gidip aynı gemi ile dönüyormuş. (Bu iki şehir arasında 26 bin ada olduğundan bu gemi yolculuğunu çok övmüşlerdi ama tabii bizim böyle bir vaktimiz olamadı…)


Stockholm belediye binası

HUZUREVLERİNDE YALNIZ ÖLME PİŞMANLIĞI

Gençler 18 yaşına geldiklerinde ailelerinden ayrılıp ayrı yaşıyorlar. Hatta ailesi ile yaşamaya devam edenler arkadaşları arasında alay konusu oluyormuş. Orta yaşlı bir hanım olan rehberimiz, “Bu bizim toplum olarak en büyük hatamız, bu yüzden çoğumuzun ruh sağlığı bozuk” deyince, ne demek istediğini sordum. “Bu yaşlar gençlerin ruhsal olarak en hassas, en kırılgan oldukları yaşlar” diye cevapladı beni ve ekledi: “Bu yaşlarda hayal kırıklıkları, zorluklar, bunalımlar yaşıyorlar normal olarak. Ama bu esnada yanlarında onlara destek olacak, moral verecek, sevildiklerini, önemsendiklerini hissettirecek aileleri olmuyor. Dolayısıyla bu travmanın etkisi tüm ömürleri boyunca sürüyor. Biz bağımsız ama yalnız insanlar olarak yaşıyor ve huzurevlerinde yalnız ölüyoruz!” Söyledikleri beni çok etkiledi. Böylesine güzel bir ortamda, bu kadar imkan içinde yaşayan bu insanların aslında çoğu zaman yanlız ve mutsuz olduklarını anladım. 2007 yılı istatistiklerine göre İsveç’te insanların yüzde 54’ü yanlız başlarına yaşıyor. 

Devam edecek...

28 Kasım 2012 Çarşamba

Sadelik, Kasvet ve Tasarım; Helsinki




30 Ekim Salı günü İstanbul Ticaret Odası, Savunma Sanayi Müsteşarlığı ve İstanbul Teknopark yetkilileri olarak 10 kişilik bir heyetle Finlandiya'nın başkenti Helsinki'ye gittik. Finlandiya 5.4 milyon nüfuslu, yüzölçümü İtalya'nınkine yakın küçük bir ülke. Helsinki de yaşayan sayısı ise sadece 600 bin.  Burası böylesine küçük olmasına rağmen ARGE ve tasarım konularında çok gelişmiş. Zaten ziyaret amacımız da buradaki ARGE konusunda önemli şirketleri İstanbul Teknopark'a gelmeye ikna etmek ve ARGE altyapılarını inceleyip İstanbul'a neleri uygulayabileceğimizi görmek.

GÜLÜMSETEN DETAY: PARKE 

 Helsinki havaalanında dikkatimi ilk çeken etrafın ıssız denebilecek kadar tenha olmasıydı. Uçaktan indikten sonra pasaport polisine gidene kadar havaalanında sadece iki kişiye rastladık. Bana değişik gelen diğer bir nokta da yer döşemesi olarak birçok mekanda parke kullanılması. Finlandiya'nın yüzölçümünün yüzde 78’i kesintisiz orman ve ülke, dünyanın en önde gelen orman mamulleri ihracatçısı. Bunu biliyor olmama rağmen bu durum beni yine de gülümsetti. Hatta heyetimizde bulunan Savunma Sanayi Müsteşar Yardımcısı Sedat Güldoğan, "Başkan burası bizim evlerin salonlarına benziyor" dedi.

Helsinki Havalimanı


BAKAN’IN SELAMINI ALDIK

Helsinki ticaret müşavirimiz Alp İçen büyük bir nezaket göstererek havalimanına bizi karşılamaya gelmiş. Hoşgeldiniz der demez de bize Ekonomi Bakanımız Zafer Çağlayan'ın selamlarını iletti. Zafer Bey’in çok basit ama etkili olan bu sistemini ilk Paris'te görmüştüm. Her ülkedeki ticaret müşaviri, Türkiye'den gelecek heyetleri önceden Zafer Bey’e bildiriyor, böylece o da her ülkeye ticari olarak kimin gelip gittiğini bizzat takip edebiliyor ve gerekirse de mesaj yolluyor.


İKİ AYRI RESMİ DİL 


Havaalanındaki tüm yazılar üç dilde: Fince, İsveçce ve İngilizce. Nüfusun yüzde 5’i İsveç asıllı olduğundan resmi dillerin Fince ve İsveçce olduğunu öğrendim. Fince aynı Türkçe gibi Ural Altay dil gurubuna bağlı.


Havaalanında bizi karşılayan diğer bir konsolosluk görevlisi, ticaret müşavirliğinizden çalışan ve gayet güzel Türkçe konuşan Bangladeşli bir genç. Bu genç çocuk üniversiteyi İstanbul'da okumuş, Finlandiya'ya yüksek tahsile gelmiş. Şimdi de müşavirliğimizde çalışıyormuş. "Fince zor mu?" soruma, "Çok zor abi" diye cevap verdi ve ekledi: " Türkiye'ye geldikten altı ay sonra herkes ile çat pat anlaşıyordum burada buna imkan yok."


Fince "Danışma" nasıl yazılır?


PAHALI OLMAKTAN BAŞKA SEÇENEKLERİ YOK 


Helsinki'ye gelmeden Türkiye'de konuştuğum herkes bana Baltık ülkelerinin çok pahalı olduğunu söylemişti. Bunun doğru olup olmadığını ticaret müşavirimiz Alp Bey’e sordum. "Evet" dedi, "Ben daha evvel New York’ta görev yaptım, burası oradan bile iki misli pahalı." Sebebini de şu şekilde açıkladı: "Burası coğrafi olarak denizaşırı bir kuzey ülkesi, bu yüzden her şey ya gemi ya da uçak ile ithal edilmek zorunda. Bu da maliyetleri artırıyor. Diğer bir sebep de, Baltık ülkelerinin uyguladıkları sosyal politikalar. Devlet halka çok sosyal yardım yaptığı için mecburen yüksek oranda vergi almak zorunda kalıyor. Bu da her şeyin fiyatını artırıyor."


IŞIK GÖRMEYEN İNSANLAR MUTSUZ  


 Finlandiya kişi başına düşen milli gelir açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biri. Geçtiğimiz senelerde yapılan bir araştırma Helsinki'yi en iyi yaşam şartlarına sahip şehirlerinden biri olarak belirledi. Aynı yıllarda yapılan başka bir araştırma ise, intihar oranı en yüksek toplum olarak Baltık toplumlarını işaret etti. Bu çelişkinin sebebini uzmanlar ‘güneş ışığı’ olarak açıklıyor. İnsanlarda mutluluğu sağlayan hormon, serotonin, ağırlıklı olarak güneş ışığı sayesinde salgılanıyor. Dolayısı ile güneşli iklimde yaşayan insanlar, güneş görmeyen topraklarda yaşayan insanlara nazaran çok daha mutlu oluyorlar. Finlandiya da kışın güneş kendini sadece günde üç dört saat gösteriyor, bu da haliyle insanları mutsuz ve depresif yapıyor.


Şehir meydanından bir görünüş

DOSTLUK KURMAK ÇOK ZOR 


 Sanırım bu durum insan ilişkilerine de yansımış. Buradaki tüm yabancıların söylediği, Finlilerin dostluk kurması son derece güç insanlar oldukları, ama bir kere dost olduktan sonra da son derece sağlam ve kalıcı ilişki kurdukları. Bu karakter özelliğini yaşam alışkanlıklarında da görmek mümkün; Finlandiya'da, özellikle güneyinde Turku bölgesinde, binlerce küçük adacık var. Orta ve kuzeyi de sık orman ve göllerle kaplı. Finliler ya bu adalara ya da ormanın içine, göl kıyısına, birbirinden kilometrelerce uzağa sayfiye evleri yapıp orada kalmayı çok seviyorlar. Alp Bey’in dediğine göre, bu evleri kiraya verir ya da satarken evi övmek ve değerini artırmak için, "25 km yakınında başka hiçbir ev yoktur!" gibi cümleler kullanıyorlarmış. 


BURASI MUTFAK KAPISI OLMASIN!

Otele gelir gelmez acele ile çantalarımızı odalara bıraktık ve ilk randevumuz olan Nokia şirketine doğru yola çıktık. Nokia’da bizi Türkiye'den de sorumlu olan müdür karşıladı. Nokia finansal zorluk ve yapılandırma içinde olsa da hâlâ bünyesinde yaklaşık 100 bin kişi çalıştıran dev bir şirket. Kuzey kültürüne uygun olarak tüm binada inanılmaz bir mütevazılık ve sadelik hakim. O kadar ki şirketin ana giriş kapısının hiçbir yerinde ne şirket adı ne de başka bir işaret vardı. O kadar sade ve sıradan bir girişti ki ben bir ara,  acaba bizi mutfak kapısından falan mı içeri alıyorlar diye düşündüm.

Nokia giriş kapısı


AYAKTA KALMA MÜCADELESİ VERİYOR


1865 yılında kurulan Nokia, orman ürünleri, lastik, kablo gibi birçok sektörde faaliyet göstermiş. 1990’lardan itibaren telekomünikasyon sektörüne yoğunlaşan şirket uyguladığı yenilikçi politikalar sayesinde kısa zamanda cep telefonunda dünya lideri oldu. Fakat ilerleyen zamanda yenilikçilik yarışında geri kaldı; satışları düştü ve mali sıkıntıyla karşilaştı. Bugünlerde yeniden yapılanma içinde olan firma küçülerek ve birtakım yeni ürünler piyasaya sürerek ayakta kalmaya çalışıyor.

1990 lardan günümüze Nokia cep telefonları


TASARIM BAŞKENTİNİN KASVETİ 


Nokia'dan çıktığımızda saat 16.30 civarında olmasına rağmen hava süratle kararmaya başlamıştı. Aracı kullanan şoförden bize Helsinki'de kısa bir tur attırmasını, ondan sonra da otele bırakmasını rica ettim. Şehir, 19 ve 20. yüzyıl başlarındaki Rus etkisi nedeniyle ağırlıklı mat renkli, kübik, çok fazla mimari özelliği olmayan binalardan oluşmuş. Bu yapılara koyu gri gökyüzünü, tenha sokakları ve insanın içini titreten soğuğu da ekleyince, ortaya cidden kasvetli bir atmosfer çıkıyor. Zaten şehirde görülecek topu topu birkaç sokak ile, birkaç mimari yapı var. Halbuki Helsinki ‘2012 Dünya Tasarım Başkenti’ seçildi. Demek ki ilk intiba ile acele karar vermemek lazım. Hiçbir gökdelenin olmadığı, sokaklarında hâlâ tramvayların yol aldığı bu şehirde mimari açıdan bu kasvetli duruşu günlük hayatta dahi varlığı hissedilen Rus etkisine verdim.

Rus etkisine bir örnek, Uspenski Ortodoks Katedrali


İDARE, İNANÇ VE BİLİM ÜÇLÜSÜ 


Finlandiya 19. yüzyıl başına kadar İsveç, daha sonra da 1917 Bolşevik ihtilaline kadar Rus hakimiyetinde kalmış. Ruslar gelir gelmez şehri imar etmeye başlamışlar. Helsinki Merkezi'ni oluşturmak üzere ilk inşa ettikleri binalar parlamento, katedral, üniversite ve kütüphane olmuş. Bu dört binanın bulunduğu meydandan geçerken, daha 19. yüzyılın başında bilgiye verilen bu önem karşısında saygı duydum. Demek ki boşuna büyük devlet olunmuyor. Ruslar şehirlerini idare (parlamento), inanç (katedral) ve bilim (üniversite ve kütüphane) üçlüsünün etrafına kurmuşlar. Osmanlı devrinde de bizler şehirleri cami, külliye (medrese, hamam, imarathane) ve pazarı merkez alarak kurarmışız. Ne yazık ki yeni geliştirilen mahallelerde bu yaklaşımı artık pek göstermiyoruz.

PROTESTAN KİLİSELERİNDE SADELİK HAKİM  


Finlilerin büyük kısmı (yüzde 65) Kuzey Avrupa halklarının birçoğu gibi Protestan. Bu mezhep Alman Martin Luther tarafından Katolik kilisenin özellikle Papa'nın baskısına ve günahların kilise tarafından para ile affedilmesine başkaldırı olarak 16. yüzyılın başlarında ortaya çıkartılmış. Temeli, Allah (cc) ile insanlar arasında hiçbir aracı olmaması fikrine dayanıyor. Bu yüzden Katolik kiliselerinin aksine Protestan kiliseleri son derece sade; resim ve heykel neredeyse hiç yok. Gerçi Hıristiyanlık hep sembollere dayanan bir din olduğundan Protestan kiliseleri de bu sembolizmden payına düşeni az da olsa almış. Katolik kiliseleri gibi Protestan kiliseleri de doğu-batı aksında inşa edilir. Kapı batı tarafında, mihrap ise doğu tarafındadır. Yani kiliseye girdiğinizde kapıdan mihraba doğru, karanlıktan (güneşin batışından), aydınlığa (güneşin doğuşuna) doğru bir yolculuğa başlarsınız.

Modern Protestan mimarisine bir örnek; Temppeliaukio Kilisesi


RENGEYİĞİ DENEMESİ 


Akşam yemeğini yerel yemekler ikram eden sade ama şık bir restoranda yedik. Merak edip rengeyiği eti istedim. Son derece yumuşak, koyu kırmızı renkli, tadı ciğere benzeyen bir et. Bir kez daha Anadolu yaylalarında yetiştirilen hayvanların lezzetlerinin dünyanın hiçbir yerinde bulunmadığına karar verdim.

ANGRY BIRDS’E DESTEK 


Çarşamba günkü program son derece yoğun geçti. Sabah hem Finladiya'da hem de başka ülkelerde teknopark işleten Technopolis firmasının yetkilileri ile görüştük ve iki ayrı teknoparkı gezdik. Son derece faydalı bir ziyaret oldu. Öğleden sonraki ziyaretimiz ise kâr amacı gütmeyen bir kamu kuruluşu olan Tekes'e oldu. Tekes yılda yaklaşık 600 milyon Euro’yu bağış veya faizsiz uzun vadeli kredi olarak yeni bir ürün veya teknoloji geliştirmek isteyen Fin şirketlerine dağıtan bir kuruluş. Angry Birds projesine bile ilk çıktığında onlar destek sağlamışlar. Bildiğiniz gibi Angry Birds Finli iki üniversite öğrencisi tarafından geliştirilen ve dünyada bir fenomen haline gelmiş olan basit ama çok eğlenceli bir bilgisayar oyunu. Tekes görüşmesinde ağırlıklı olarak işbirliği modellerini konuştuk.

Akşam yemeğini Finlandiya Büyükelçimiz Sayın Hüseyin Salah Korutürk ile beraber yedik. Kendisi altıncı cumhurbaşkanımız rahmetli Fahri Korutürk'ün oğlu. Sayın Büyükelçi’nin hoşsohbeti ve renkli anıları ile keyifli bir akşam yemeği oldu. Sabah erken İsveç'in başkenti Stockholm'e uçacağımızdan dolayı Sayın Korutürk'ten vakitlice izin isteyip otelimize döndük.


Sayın Korutürk ve heyetimiz

19 Ağustos 2012 Pazar

Kendi içinde bir dünya: Kanada


      
 


  Kanada’nın Quebec şehrinde 2 – 4 Temmuz 2012 tarihlerinde düzenlenen ‘Uluslararası Ekonomik Fransızca Konuşan Topluluklar’ konferansına konuşmacı olarak katılmak üzere İTO’dan küçük bir heyetle birlikte yoldayım. THY, doğrudan Toronto seferlerine başladığından beri bu ülkeye ulaşmak çok kolay. Hakikaten, Türkiye’nin bir ülkeyle yakınlaşmasının ilk şartı, o ülkeye doğrudan uçuş olması.

      Kanada, eyaletlere bölünmüş bir ülke. Quebec şehrinin bulunduğu Quebec eyaleti ağırlıklı olarak Fransızca konuşuyor; diğer eyaletlerse İngilizce. Bu yüzden Quebecliler kendilerini biraz ayrı görüyorlar. Bu dil ve kültür farkı da zamanında Quebec bölgesinin Fransız, Kanada’nın geri kalanının ise İngiliz sömürgesi olmasından kaynaklanıyor. Dünya tatlı su rezervlerinin yaklaşık yüzde 85’ini barındıran, Rusya ve Çin’den sonra dünyanın en geniş ülkesi olan Kanada’ya bu ilk seyahatim. Ülkenin bir ucundan diğer ucuna (Ottawa – Vancouver) uçakla altı saatte gidebilirsiniz. İstanbul – Londra uçuşu ise üç saat!

Uçaktan Kuzey Kanada

FRANSIZCA KONUŞMAYAN ÜLKEDEN GELEN TEK DAVETLİYİM

      Fransızlar, Paris Ticaret ve Sanayi Odası’nın öncülüğünde, Fransızca konuşulan ülkeler arasındaki ekonomik bağı güçlendirebilmek için Quebec Ticaret ve Sanayi Odası’nın ev sahipliğinde bu konferansı düzenlemiş. Açılışını Kanada Başbakanı’nın yaptığı konferansa Fransızca konuşan ülkelerden 1000’in üzerinde ekonomik aktör katıldı. Ben de İstanbul Ticaret Odası Başkanı sıfatımla, Paris Ticaret Odası’nın daveti üzerine konuşmacı olarak bulundum. Fransızca konuşulmayan bir ülkeden gelen tek konuşmacıydım. Açılış oturumunda benden Akdeniz Sanayi ve Ticaret Odaları Birliği başkanlığım döneminde edindiğim, ülkelerin ekonomik entegrasyonu hakkındaki tecrübelerimi paylaşmamı istediler. Ayrıca; ‘İşadamlarının Serbest Dolaşımı’ başlıklı oturumda da ‘vize engeli’ hakkında konuşmamı rica ettiler. Bundan iki sene evvel, Marsilya’daki ‘Akdeniz – Avrupa Birliği Ekonomik İşbirliği’ toplantısında vize konusunda eleştirel ama bir o kadar da beğeni toplayan bir konuşma yapmıştım. Meseleyi ve çözüm önerilerimi aynı perspektiften bu toplantıda tekrar gündeme getirmem özellikle istendi.

Konferansta...

BUNU BİZ NEDEN YAPMIYORUZ

      Bu konferans bana, “Biz niye aynı şeyi Türkçe konuşan ülkeler için yapmıyoruz” sorusunu sordurttu. Evet, Türk Cumhuriyetlerinde konuşulan Türkçe belki bizim kolayca anlayabileceğimiz İstanbul Türkçesi değil ama yine de, ortak dil, ortak kültür, ortak tarih konseptleri çerçevesinde TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) olarak, bir ‘Türkçe Konuşan Ülkeler Ekonomik İşbirliği Konferansı’ düzenleyerek, bu ülkeler arasındaki yatırım ve ticareti artırabiliriz. Bu konuda en kısa zamanda bir çalışma yapmaya karar verdim.

HUZUR VEREN ŞİRİN KENT

      İstanbul – Toronto uçuşunun ardından, Toronto – Quebec iç hat uçuşunu, pervaneli ama konforlu Bombardier bir uçakla yaptık. Kanada çok geniş ve göllerle, nehirlerle kaplı olduğundan, hava ulaşımı son derece gelişmiş. Gördüğüm şehirlerin hepsi yemyeşil ve bakımlı. Toronto şehri Ontario gölünün kıyısında güzel bir yerleşim merkezi. Şehir merkezinde yüksek gökdelenler ve modern binalar var. Kentin geri kalanı ise geniş bir alana yayılmış, ağaçlar arasında kaybolmuş birkaç katlı evlerden oluşuyor.

Ontario gölü kıyısında Toronto şehri

      Quebec ise daha kuzeyde, ormanların arasında, St. Lawrence nehrinin kıyısına kurulmuş şirin bir kent. Tepenin hemen eteğindeki kentin şehir merkezi, otele dönüştürülmüş şatosu, az katlı 19’uncu yüzyıl mimarisi, bakımlı binaları ve sokaklarıyla insana huzur veriyor. Quebecliler dost canlısı, saygılı ve gülümseyen insanlar.

Quebec şehri

PROTESTODA BEN DE VARIM

      Pazartesi sabahı, otelden çıkıp, konferansın yapılacağı bitişik binaya yürürken değişik bir manzara ile karşılaştım. Konferans merkezinin önünde yaşlısı - genci toplanmış bir grup Quebecli, Kanada hükümetini protesto ediyor. Ellerinde Quebec eyalet bayrakları, konuşmalar yapıp slogan atıyorlar. Birkaç polis de ellerini arkalarında kavuşturmuş, kayıtsız bakışlarla protestocuları izliyor. Zaten Fransız ağırlıklı Quebec hep İngiliz ağırlıklı Kanada’dan ayrı baş çekmiştir. Hatta 1995 yılında, ‘Kanada’dan ayrılalım mı ayrılmayalım mı’ referandumu yaptılar ve yüzde 50.58 ‘Hayır’ oyu ile ayrılmamaya karar verdiler. Sanırım bazı Kanadalılar İngiliz Kraliçesi II. Elizabeth’in Kanada Devlet Başkanı sayılmasına pek tahammül edemiyorlar.

Protestocular arasında :)

Hiç de alışık olmadığım böylesi barışçı ve neşeli bir protesto gösterisi görünce, dayanamadım ve bir bayrak da ben elime alıp protestocuların arasına karıştım.

      Toplantı esnasında bu ayrımın aslında ne kadar insanların içine işlediğini bir defa daha gördüm. Kanada Başbakanı tüm konuşmasını Fransızca yaptı. Yalnızca, konuşmasının bir yerinde, o da ülkenin bütünlüğüne, birlik ve beraberliğine vurgu yaptığı sırada, İngilizce bir cümle söyledi. Adamcağız daha cümlesini yeni bitirmişti ki, orta sıralardan bir dinleyici ayağı fırlayıp Fransızca bağırarak Başbakanı protesto etmeye başladı. Tabii korumalar adamı anında yaka paça dışarı attılar.

VİZENİN TİCARETE VURDUĞU DARBE

      Benim açılış oturumundaki ‘Ekonomik entegrasyon’ konulu konuşmam büyük ilgiyle karşılandı. Fakat işin asıl eğlenceli kısmı ‘İşadamlarının Serbest Dolaşımı’ konulu oturumda ortaya çıktı. Bu oturumda tüm konuşmamı vize meselesine ayırdım, örnek olarak da Türkiye’den, Türk işadamlarına uygulanan Schengen vizesinin zorluklarından ve bu yüzden Türk işadamlarının vize uygulamayan Afrika ülkelerinin pazarlarında nasıl daha aktif hale geldiğinden rakamlar vererek bahsettim. Konuşmamı da, “Avrupa Birliği Türk işadamlarına vize zorluğu getirerek, Türkiye – Avrupa ekonomik ilişkilerinin azalmasına ve Türkiye – Afrika ekonomik ilişkilerinin artmasına sebep olmuştur” diyerek bitirdim.

Konuşmamı yaparken

Sözlerim Fransa, Kanada, Belçika gibi Fransızca konuşan Batılı ülkelere vizesiz gidemeyen Afrikalı işadamlarından muazzam bir alkış aldı. Soru cevap kısmında birçoğu söz alıp beni doğruladı; kendi ülkelerinde özellikle son yıllarda Türk işadamlarının nasıl daha aktif hale geldiğini anlattılar. Birkaç tanesi de çıkıp açıkça, “Buraya Fransızca konuşan bizlerin aramızdaki ilişkiyi nasıl artıracağımızı konuşmaya geldik ama Fransa ve Kanada bize vize vermekte zorluk çıkartmaya devam ettiği sürece bizim tercihimiz Türkiye olacaktır” dedi.

DOĞA HARİKASI NİAGARA ŞELALESİ

      Konferans sonrasındaki kokteyl ve yemekte pek çok yeni dostluk tesis etme imkanı buldum. Daha sonra da Türkiye’ye dönmek üzere Toronto şehrine uçtuk. Toronto’daki Türk Hava Yolları temsilcileri, yakın dostlarım Hilmi ve Mehmet Beyler, dönüş uçağı akşam geç saat olduğundan bizi Toronto’da misafir ettiler. Bu sayede her biri birer doğa harikası olan Niagara Şelalelerini ve Bin Göller Bölgesini görme imkanım oldu.

Büyük Niagara Şelalesi

      Niagara Şelaleleri Erie gölünün, Ontario gölüne boşalması sonucu ortaya çıkan iki büyük ve bir küçük üç şelaleden oluşuyor. Niagara’nın kuzey tarafı Kanada, güney tarafı Amerika Birleşik Devletleri. Toronto şehrinden arabayla bir buçuk saatlik mesafede. Şelalenin çevresi çok güzel düzenlenmiş; oteller, seyir terasları, mağazalar ile tam bir turistik merkez oluşturulmuş.

ALKOL SATIŞI DEVLET KONTROLÜNDE
     
Kanada son derece modern, gelişmiş, zengin ama bir o kadar da muhafazakâr bir ülke. Örneğin Ontario eyaletinde alkol sadece LCBO (Liquor Control Board of Ontario) adlı bir devlet kuruluşu tarafından satılıyor. Alkollü içki satın almak istiyorsanız LCBO dükkanlarından, yaşınızın 18’den küçük olmadığını ispat etmelisiniz. Bar ve restoranlarda alkol tüketebilirsiniz ama mekânın dışına alkollü içkiyle çıkamazsınız. Trafikte hız sınırını 50 km aşarsanız veya yarışırsanız 2 bin dolar ile 10 bin dolar arası bir ceza ve altı aya kadar hapisle cezalandırılıyorsunuz. Ekonomisi liberal olmasına rağmen bazı konularda son derece sosyal yaklaşımları var. Örneğin, devlet tüm vatandaşlarına bedava sağlık hizmeti sunuyor. 2005’te Kanada hükümetinin sağlık harcaması 142 milyar dolar, yani kişi başına 4 bin 411 dolar.

      33 milyonluk ülke ağırlıklı olarak İngiliz, Fransız, İrlandalı ve İskoç göçmenler tarafından kurulmuş. Olimpiyatlarda belki fark etmişsinizdir, yaklaşık yüzde 4’lük bir nüfus da Çin göçmeni. Çoğunluğu Ontario bölgesinde olmak üzere Türk nüfusu 60 bin civarında tahmin ediliyor. Pek çok Türk öğrenci Kanada’da eğitim görüyor. Orman ürünleri ve petrol gibi Doğal kaynaklar açısından dünyanın 10’uncu büyük ekonomisine sahip ülke, çok zengin. Ayrıca Kanada’nın gelişmiş bir otomotiv ve havacılık endüstrisi var. Kişi başına düşen milli gelirleri yaklaşık Türkiye’nin dört katı (40 bin dolar).

Toronto şehir merkezi

TRAFİĞİ ÇÖZMENİN BASİT YOLU

      Kanada’da ilk defa gördüğüm iki basit teknoloji benim çok hoşuma gitti. Birincisi Toronto Havalimanı’ndaki değişken hızlı yürüyen bant. Binerken ve inerken bant çok yavaş. Daha sonra hızlanıyor ve hem güvenli hem de çabuk bir yolculuk sağlıyor. Böylece, yürüyen banda binmekte zorlanan yaşlılar ve çocuklar için bir kolaylık sağlanırken süratten de fedakârlık edilmemiş. İkinci teknoloji ise paralı otobandaki ödeme mekanizması. Ontario eyaletindeki bu özel işletilen yol dünyanın ilk elektronik ödemeli otobanı. Yolda ödeme noktaları yok. Ya arabanıza bir verici koyuyorlar ve yoldaki antenler varlığınızı algılıyor ya da otobanın giriş ve çıkışındaki kameralar araçların plakalarını okuyor. Aylık fatura da otomatik olarak ev adresinize yollanıyor. Böylece yolda hiçbir yavaşlama, tıkanıklık, vs. olmuyor. ABD plakalı araçları da bu sayede ücretlendirebiliyor ve faturaları ABD’deki adrese gönderebiliyorlarmış!

KIZILDERİLİ REHBERİMİZ VE PİDECİ MUSTAFA

Göl kıyısındaki evlerden biri

      Mehmet ve Hilmi’nin bizleri götürdükleri diğer bir doğal güzellik noktası da, Toronto şehrinin biraz kuzeyindeki Bin Göller denilen sayfiye mıntıkası oldu. Georgian Bay (Georgian Körfezi) kıyısında şirin bir kasabacık olan Honey Harbour (Bal Limanı) adına yaraşır güzellikte bir yer. Körfeze dağılmış, su yolları ile birbirinden ayrılmış irili ufaklı binlerce adaya yazlık evler inşa etmişler. Evlere ulaşım ancak civardaki kasabalardan deniz motorları veya küçük deniz uçakları ile sağlanıyor. Kafa dinlemek ve doğayla baş başa kalmak için son derece ideal bir yer. Bu yolculukta bize Kanada’ya yerleşmiş başka bir Türk olan Adnan da iştirak etti. Adnan’ın bulduğu Kızılderili rehber ufak motoruyla bize adalar arasında unutulmaz bir yolculuk yaptırttı. Dönüş uçağına yetişmeden son uğradığımız yer de, elbette Türk pidecisi Mustafa oldu…

Pideci Mustafa

   Kanada, işim nedeniyle ziyaret ettiğim ve az vakitte de olsa gezmeye gayret gösterdiğim ülkeler arasında en beğendiklerimden biri oldu. Bereketli toprakları, bol doğal kaynakları, zengin nüfusu ve sanayileşmiş ekonomisi ile bu ülke yeni atılımlar yapmak isteyen işadamlarımıza birçok fırsat sunuyor. Öte yandan, doğayı seven ve biraz da sıra dışı bir tatil yapmak isteyen gezgin ruhlara tavsiyem, Kanada’yı mutlaka listelerinin en başına yazmaları.
     
 Quebec belediye başkanlığı binası

Bitti...
Diğer fotoğraflar için  http://www.facebook.com/myalcintas.sayfa




16 Temmuz 2012 Pazartesi

Şırnak'ta okul açtık, şehit erimizi andık


İstanbul Ticaret Odası olarak son üç yılda Anadolu’da şehitlerimiz adına yaptırdığımız okullardan birini de Şırnak’ın Kumçatı ilçesinden bir şehidimiz adına inşa ettik; Şehit Er Burhan Yalçın İlköğretim Okulu.

Okulun açılış töreni için Şırnak valisi Sayın Vahdettin Özkan ve Şırnak Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Sayın Osman Geliş’in davetlisi olarak kalabalık bir işadamı heyetiyle 27 Nisan 2012 tarihinde Şırnak’a gittik.

Bizim gibi zamanla yarışan insanlar için günübirlik Şırnak ziyareti ancak Diyarbakır üzerinden yapılabilir. Sabah İstanbul’dan ilk uçakla Diyarbakır’a gideceksiniz. Akabinde araçla Mardin – Nusaybin – Cizre yolunu takip ederek Şırnak’a varacaksınız. İşinizi bitirdikten sonra da aynı yol üzerinden Diyarbakır’a dönüp en son İstanbul uçağını yakalayacaksınız…

Diyarbakır – Şırnak yolu dümdüz, güzel bir yol. Yaklaşık 280 km.


Güneydoğu Anadolu

HOYRAT YAPILANMANIN ADI TOKİ

Yola çıktıktan sonra ilk molayı Mardin’de verdik. Tepenin yamacına dizilmiş avlulu taş evleri, dolambaçlı dar sokakları ve tarihi yapılarıyla Mardin şehri mimari açıdan gerçek bir sanat eseri. Özellikle son yıllardaki restorasyon çalışmaları Mardin’in güzelliklerini daha da öne çıkarmış. Ama ne yazık ki, diğer birçok Anadolu kentinde olduğu gibi Mardin ve Şırnak’ta da, TOKİ’nin hoyrat yapılanmasını gözlemledim. Şehrin mimarisine uygun, tarihi silüeti zedelemeyecek az katlı yapılar inşa etmek yerine TOKİ aynı standart kübik apartmanlarını büyük bir umursamazlıkla Mardin’e de dikmiş.

Tek teselli bulduğum nokta bu binaların eski şehirden uzağa, yeni inşa edilen mahallelerde yapılmış olması.


Mardin

MAYINLI HATTA ORGANİK TARIM

Nusaybin yolu ise Suriye sınırına paralel gidiyor. Tren yolu boyunca giden asfaltın hemen öte yanı Suriye toprakları. Suriye ile aramızda, her iki tarafı da dikenli tel ile çevrilmiş, kilometrelerce uzunluğunda mayınlı bir kuşak var. Uzun yıllar boyunca hiç işlenmediği için bu hat aslında organik tarım için biçilmiş kaftan. Yalnız buradaki en önemli mesele, bu mayınların kimler tarafından ve nasıl temizleneceği. Korkarım, Suriye ile yaşadığımız gerginlik bu projenin hayata geçmesini bir müddet daha erteleyecek.


Sn Kalsın ve Sn Erkesim ile Suriye sınırında

Nusaybin’den sonraki en önemli yerleşim birimi Cizre. Bu ilçemiz Habur sınır kapısına yakınlığından dolayı kamyonların uğrak yeri olmuş. Cizre’nin diğer bir zenginliği de, Güneydoğu kültüründe çok önemli bir yeri olan Mem u Zin’in mezarlarını barındırması. Mem u Zin, benzerlerini Anadolu’nun pek çok köşesinde duyabileceğiniz son derece acıklı bir aşk hikayesi. Bu destan 17. yüzyılda Kurmançi lehçesi ile Ahmed Hani tarafından kağıda dökülerek günümüze kadar taşınmış. Birbirlerine aşık olan ama kavuşamayan Mem ve Zin adlı iki gencin hikayesini anlatıyor.

Cizre Kalesi ve Ulu Cami de kentin tarihi örgüsüne güç katan diğer önemli eserler.

Nusaybin’den gelip Cizre’ye girdikten sonra şehir içindeki kavşaktan sola dönüyorsunuz ve yol kıvrılarak Şırnak’a doğru tırmanmaya başlıyor. Cizre’nin hemen çıkışındaki ‘askeri kontrol noktası’ bölgenin içinde bulunduğu terör belasını bir kez daha hatırlatıyor.


Şırnak girişi

Şırnak, Cudi ve Gabar dağlarının arasında, yüksek bir tepenin üzerine kurulmuş. Tepenin hemen altındaki ilçe, okulumuzun bulunduğu Kumçatı. Şehrin biraz dışında, etrafa hakim başka bir tepenin üzerine kurulu özel harekata ait merkez, uzaktan bir kartal yuvasını andırıyor.

HAVAALANI VE SINIR KAPISI AÇILACAK

Heyetimiz Şırnak’a vardığında ilk ziyaret yeri vilayet binası oldu. Sayın Vali Vahdettin Özkan bizi büyük bir içtenlikle karşıladı. Bölgenin sosyal ve ekonomik durumu hakkında kendisinden son derece faydalı bilgiler aldık. Yapımı süren Şırnak havaalanı ve açılması düşünülen yeni sınır kapısı bölgenin ekonomik aktivitesini artıracak iki önemli proje. Bugün için şehrin en önemli geçim kaynağı civardaki kömür ocakları. Fakat asayiş problemi kömür rezervlerinin gerektiği gibi işletilmesini engelliyor.


Şırnak ve Cudi Dağı

Vilayet ziyareti bitince öğlen yemeği için hep beraber şehir merkezinde bulunan Şehr-i Nuh oteline hareket ettik. Çünkü otelde başta oda mensupları olmak üzere, Şırnak şehrinin tüm protokolü ve önde gelen isimleri bizleri bekliyordu.

AVRUPAYA TAŞ ÇIKARTACAK 5 YILDIZLI OTEL

5 yıldızlı otele vardığımızda neredeyse şaşkınlıktan küçük dilimi yutuyordum. Burası son derece lüks ve bölge şartlarına göre gerçekten çok iyi işletilen bir otel. Ricam üzerine otel sahibi Mehmet Emin Acar, nezaket göstererek bana binayı gezdirdi. Odaları, konferans salonları, SPA’sı, lokantası ile bırakın İstanbul’u, Avrupa’daki benzerlerini bile aratmayan bir işletme. Mehmet Bey Şırnak’a ve Şırnak’ın geleceğine inanmış, güvenmiş ve geçen yıl bu yatırımı yapmış. Kendisini tebrik ettim, otelinin bereketli olmasını, hep dolup dolup taşmasını diledim.

Şehr-i Nuh Otelinden bir oda

BENDEN MUTLUSU YOK

Yemekten sonra Şehit Er Burhan Yalçın İlköğretim Okulu’nun açılışını yapmak üzere hep beraber Kumçatı’ya gittik. Şırnaklı çocukların mutluluğunu ve heyecanını görmek beni çok ama çok mutlu etti. Sekiz senelik başkanlığım boyunca, arkadaşlarımın da yardımları ile pek çok güzel faaliyet yaptık, birçok faydalı projeyi hayata geçirdik. Belki biraz sübjektif, biraz yanlı bir düşünce ama, başkanlığım esnasında yapım kararını aldığımız inşaatına başladığımız ya da tamamladığımız toplam 40 okulun (ilköğretim okulu, meslek lisesi ve meslek yüksek okulu)   kariyerimin en hayırlı işi olduğuna inanıyorum. Çünkü bu sayede ülkemiz çocuklarının yetişmesinde, kendilerine ve topluma faydalı, mutlu birer insan olmalarına en ufacık da olsa bir katkımız oluyorsa, kendi adıma bundan büyük bir mutluluk düşünemiyorum.

Odamızın yaptırdığı ilköğretim okulu ve öğretmen lojmanı

YİNE OKUL AÇALIM AMA ŞEHİT ADI VERMEYELİM

4 Haziran 2007 günü Tunceli’nin Pülümür ilçesinde teröristler tarafından gerçekleştirilen karakol saldırısında şehit olan Burhan Yalçın’ın annesi, babası ve küçük kardeşi de oradaydı; çok duygusal anlar yaşadık. Allah (cc) bir an evvel bu terör belasını başımızdan savsın, İstanbul Ticaret Odası yine okullar yaptırsın ama hiçbirine de artık bir şehitimizin adı verilmesin inşallah...

Folklor gösterileri, konuşmalar, kurdele kesimi, sınıfların gezilmesi derken zaman su gibi akıp geçti. Açılıştan sonra bazı arkadaşlarımız şehirde ziyaretler yaptılar, ben de Şırnak Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Osman Geliş ile birlikte birkaç kurumu ziyaret ettim. Hatta evinin bahçesinde çay içip, babası beyefendi ile de uzun uzun sohbet etme imkanı buldum.


Öğrencilerle

Yurdumuzun böylesine güzel, böylesine doğal zenginliklerle bezenmiş, insanının da bu kadar kabiliyetli olduğu bu bölgesinin içinde bulunduğu durum hepimiz gibi benim de yüreğimi derinden yaralıyor.

ÖMÜR KAVGA DÖVÜŞLE GEÇİYOR

Gelişmiş, halkı müreffeh, insanca yaşayan toplumların hepsinin en önemli ortak özelliği, sosyal barışa sahip olmaları. Bu toplumların da problemleri var, anlaşamadıkları konular var, bireyleri arasında sosyal, ekonomik, dini, etnik farklılıkları olanlar da var. Ama bunlar kavgaya, ölüme sebep vermiyor; kimi zaman çok sert de olsa mutlaka tartışılıyor ve çözüme ulaştırılıyor. Hangi toplum kendi içinde kavga ediyorsa, kapı komşusunu bir düşman, bir tehdit unsuru olarak görüyorsa o toplum iflah olmuyor. Ömrü kavga, dövüşle, kıt kaynaklarını har vurup harman savurmakla, kendi ile uğraşmaktan başını kaldırıp dünyanın nereye gittiğini görememekle geçiyor.

TOBB AİLESİNİN SICAKLIĞI

Bunları düşünerek Diyarbakır’a doğru yola çıktık. Gece geç saatte Diyarbakır’a vardık. Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası ile Diyarbakır Ticaret Borsası bizleri çok zengin bir sofrada ağırladılar. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ailesinin bir ferdi olmanın en güzel tarafı bu. Türkiye’nin hangi şehrine, hangi kasabasına giderseniz gidin orada bir odanız, başınızı sokacak bir çatınız ve sizi sevgiyle karşılayıp bağırlarına basacak kardeşleriniz var.


Diyarbakırlı dostlarla

Bu seyahatin en son ve en büyük sürprizi ise THY’den geldi. ‘İşletme sebepleri’ yüzünden Diyarbakır uçağı dört saat rötar yaptı. İstanbul’a dönüp evlerimize girdiğimizde güneş çoktan doğmuş, günlük hayat başlamıştı.

İŞADAMLARI İÇİN İŞLENMEMİŞ FIRSATLAR

Güneydoğu Anadolu, özellikle Cizre, Şırnak havalisi, gerek doğal ve tarihi güzellikleri gerekse insanının yüce gönüllü misafirperverliğiyle Türkiye’nin en mutena köşelerinden biri. Her gittiğimde beni ayrı heyecanlandıran, mutlu eden ve hafızama unutulmaz anılar nakşeden bu topraklarımızı görebilmeyi herkese diliyorum. Mutlaka gidin, görün, dostluklar tesis edin. Biz işadamları için henüz hiç değerlendirilmemiş birçok fırsat var. Yeter ki isteyelim, yeter ki çalışalım…

Bu seyahat bana bir kez daha, çıkılan her yolculuğun aslında insanın kendi içine yaptığı bir yolculuk olduğunu gösterdi. 20. yüzyılda yaşamış Kanadalı şair Gaston Miron’un dediği gibi; “Vatanım, senden başka hiçbir ülkeye doğru yolculuk etmedim ben!”

Okul sıralarında..

Bitti...
Diğer fotoğraflar için  http://www.facebook.com/myalcintas.sayfa