30 Kasım 2011 Çarşamba

Bollywood Deyip Geçmeyin




BİR GÜNDE 15 MİLYON İZLEYİCİ

İlk toplantımız Tac Mahal otelde, Bollywood'un önde gelen yapımcı ve yönetmenleri ile. 1.2 milyar nüfuslu Hint ulusunun en önemli eğlence kaynağı sinema. Burası dünyanın en fazla film çekilen ülkesi. Eğer izlediyseniz bilirsiniz, Hint filmleri son derece hafif konulu, bol şarkılı ve danslı yapımlar. Bu melodram müzikallerine, ‘konulu müzik klibi’ dersem acaba abartı olur mu diye düşünüyorum. Ama çok gelişmiş bir endüstri olduğundan koreografiler, çekimler, ışık ayarları, kostümler son derece başarılı. Film şarkıları ülkedeki en popüler şarkılar, artistler deseniz; çok ünlü. Gündelik sinema seyircisi adeti 15 milyon! (Türkiye’de yıllık 40 milyon).

KARŞI CİNSLERİN BİRBİRİYLE TEMASI YOK

Bollywood Bombay (Mumbai’nin eski adı) ve Hollywood kelimelerinden türetilmiş. Bollywood yapımlarında aşk en fazla işlenen konu olmasına rağmen filmlerde öpüşme dahil, kadın ve erkek arasında cinsellik içeren hiç bir temas göremezsiniz. Dil olarak Hindi kullanılıyor ama birçok İngilizce kelime hatta cümle bile film arasında geçiyor. Sanırım günlük konuşmada da Hintliler zaman zaman İngilizce kullanıyorlar. Ekonomik açıdan da film endüstrisi çok önemli; doğrudan bir milyon, dolaylı olarak da dört milyon insana iş sağlıyor.
 
Bollywoodlu Yapımcılar

Bollywoodlu yapımcılar, Türk sinemasını pek bilmediklerini söylediler. Toplantıya katılan sadece bir yönetmen Türkiye'yi ziyaret ettiğini, çok beğendiğini, filmlerde kullanılabilecek güzel görüntüler olduğunu anlattı. Bunun üzerine Türkiye'deki imkanlar hakkında bizden bilgi istediler. Sn. Çağlayan da Türkiye'yi tanıtmak ve beraberce neler yapabileceğimizi görüşmek için bu ziyareti gerçekleştirdiğimizi anlattı. 1951 yılında çekilen ‘Awara’ filminin, başrol oyuncusu Raj Kapoor’un ve film müziği ‘Awara Hoon’ şarkısının Türkiye’de ne kadar sevildiğini anlattı. Hatırlarsınız, biz o filmi o kadar sevdik ki, 1964’de başrollerini rahmetli Sadri Alışık ve Ajda Pekkan'ın oynadığı bir ‘Avare’ filmi bile çektik. Zafer Bey konuşmasını Türk filmlerinin kazandığı uluslararası ödülleri sayarak, 39 ülkeye 65 dizi sattığımızı ve 300 milyonluk bir seyirci kitlesine ulaştığımızın altını çizerek bitirdi.

Hintli yapımcılar başkanı da çok güzel bir konuşma yaptı. Kendisi 50 yıldır bu mesleğin içinde, Bollywood'un kurucusu olan babası ise bu sektöre tam 70 yılını vermiş. Dediğine göre, 1960 yılından beri Bollywood yurtdışında film çekiyormuş. Bu filmlerde gösterilen manzaralardan etkilenen Hintliler de bu ülkelere turist olarak akın ederlermiş. Birkaç film de Türkiye’de çekmişler. Bu filmlerden biri, Meltem Cumbul'un da rol aldığı ‘Tell me O Khada’ (Hüda). Yani ‘Söyle Bana Ey Allah'ım’. Biyolojik ebeveynini arayan bir genç kızın yaşam öyküsünü anlatın filmde  İstanbul'dan ve Kaş'tan çok güzel görüntüler var.

Başkanın dediğine göre 95 ülkeye film ihraç ediyorlar. Bu ülkelerdeki Hint diyasporasını hedefliyorlar. Ama ne yazık ki korsan satışlar yüzünden gelirleri çok az (bizim yıllık film ihracatımız 100 milyon dolar). Türkiye'de film çekmeye istekliler ama teşvik olmamasından sıkıntılılar. Bizdeki tek teşvik, çekecekleri film ihraç malı olacağından dolayı KDV iadesi. Ama mesela Berlin Tanıtım Ofisi, Berlin'de film çekenlere verilmek üzere yıllık 1.6 milyon Euro’luk bütçe ayırmış. Benzer teşviklerin birçok Akdeniz şehrinde de olduğunu biliyorum.

ORTAK KELİME SAYIMIZ 2 BİN

Pek çoğumuzun sandığının aksine, bizler Hintlilere çok uzak değiliz. 12. ve 13. yy’da Türkler kuzey Hindistan'ı işgal etmiş. Ortaya ortak bir kültür, mimari ve dil çıkmış. Bugün Pakistan'da konuşulan Urduca bu ortak kültürün eseri. Hintçe ve Türkçe’deki ortak kelime sayısı 2 bin. 1398’de Timur'un Delhi'yi işgali, yağmalaması ve bir günde 100 bin Hindu savaş esirini kılıçtan geçirmesi ortak tarihimizin karanlık sayfalarından biridir. Unutmayalım ki, 16. yy’dan 19. yy’a kadar Hindistan Moğollar tarafından idare edildi. 1648’da Moğol İmparatoru Şah Cihan'ın vefat eden eşi Mümtaz Mahal adına yaptırdığı Tac Mahal mozolesi ortak kültürümüzün en nadide eseridir. Aynı şekilde Kurtuluş Savaşımız esnasında Hintli Müslümanlar kendi aralarında para toplayarak, kadınlar mücevherlerini göndererek, mücadelemizde bizlere destek oldular. İstanbul işgal edilince Bombay'de Mahatma Gandi liderliğinde 15 bin kişi toplandı ve İstanbul'un işgalini protesto etti.

Heyetimiz Hindistan Kapısında

Bollywood yönetmenleri ile toplantı bittikten sonra hemen Tac Mahal otelinin önündeki Hindistan Kapısı’nı ziyaret ettik. Bu kapı 1911 yılında İngiliz Kralı George V ve Kraliçe Elizabeth'in Hindistan'ı ziyaretleri anısına inşa edilmiş. Sömürge zamanında Hindistan'a atanan valiler ve önemli şahsiyetler bu kapıdan ülkeye giriş yaparlarmış. İngilizler Hindistan'ı terk ederken, en son İngiliz askeri müfrezesi de törenle bu kapıdan uğurlanmış.

MCDONALD’S’IN ETSİZ HAMBURGERLERİ

İlgimi çeken diğer bir yer de Hindistan Kapısı'nın yakınındaki McDonald's oldu. Hindistan'daki McDonald's’larda domuz ve dana etli hamburger yok. Nüfusun büyük kısmı vejetaryen ya da vegan olduğundan, et içermeyen mönüler geliştirmişler. Bir hamburgerci için tuhaf bir durum. Ama içerideki kalabalığı görünce başarılı olduklarını anlıyorsunuz.

TAC MAHAL’İN ŞEHİR EFSANESİ

Tac Mahal Oteli

Toplantıları yaptığımız Tac Mahal oteli Mumbai'nin en prestijli ve ilk beş yıldızlı oteli. Onassis'den Obama'ya kadar birçok ziyaretçi bu 565 odalı otelde konaklamış. 1903 yılında işletmeye açılan otelin yapım hikayesi hakkında bir de şehir efsanesi var; Tata ailesinden olan Jamsedji Tata, o zaman Bombay'in en iyi oteli olan Watson oteline beyaz olmadığı gerekçesi ile alınmaz. Buna çok bozulan Bay Tata’da bu muazzam oteli inşa ettirir. Otel, 2008 yılındaki terörist saldırı ile de dünya gündemine girdi. 167 masum turist öldürüldü.

ZENGİNLERİN SAYISI BİZİM TOPLAM NÜFUSTAN FAZLA

Akşama doğru Mumbai Ticaret Ateşeliğimiz’in açılışını yaptık. Hindistan hakkında ne yazık ki yanlış bir algımız var. Fakir ülke, malımızı satamayız, işçilik maliyetleri düşük, rekabet edemeyiz sanıyoruz. Bu doğru bir yaklaşım değil. Unutmayalım ki bu ülkenin nüfusu 1.2 milyar. Sadece yüzde 10’u zengin olsa, 120 milyon zengin insan demektir ki, bu neredeyse Türkiye nüfusunun iki katı. GSMH büyüklüğü açısından Hindistan dünyanın dokuzuncu büyük ekonomisi, satın alma paritesi açısından ise dünyanın dördüncü büyüğü. Dünyada en fazla zengin ABD’den sonra Hindistan'da, ayrıca bu ülke dünyanın en büyük silah ithalatçılarından biri. Kısaca Hindistan ile çok önemli ticari bağlar kurabiliriz. 2010 yılında Hindistan'dan ithalatımız 3.5 milyar dolar, ihracatımız ise yalnızca 600 milyon dolar’dı.
Hintli Tüccarlar Odasında Toplantı

Günün son toplantısı Hintli Tüccarlar Odası'nda. Yaklaşık 3 bin üyesi olan bu oda, 1907 yılında Mahatma Gandi tarafından İngiliz tüccarların örgütlenmelerine karşı bir alternatif olarak kurulmuş. Oda başkanı Bhavna Doshi isimli bir bayan. Bizi çok sıcak karşıladılar ve son derece verimli bir toplantı yaptık. Bu tür temasların iki ülke arasındaki hem ticaret hem de yatırım hacminin artmasında son derece önemli rol oynadığına inanıyorum.
Günün son aktivitesi heyet halinde sinemaya gitmek oldu. Meltem Cumbul’un rol aldığı Hint yapımı filmi izledik. Bu tür filmlerin sayısının çoğalması, hem iki ülke sektörleri arasındaki işbirliğini artırır hem de ülkemizin tanıtımına, turizmine, ekonomisine büyük katkı sağlar.



Devam edecek.....
Hindistan gezisinin fotoğrafları için   http://www.facebook.com/myalcintas.sayfa

Büyülü Tezatlar Ülkesi; Hindistan


 
 

14 Kasım Pazartesi TK 720 sefer sayılı uçak ile 18.35’de Atatürk Havalimanı'ndan ayrıldık. Hedefimiz Mumbai, Hindistan.

Hindistan'da gerçekleştirilecek ilk Türk ürünleri sergisini yapacağız.

85 Türk firması bu fuarda mallarını sergileyecek. Uçaktaki heyet ise Sn. Zafer Çağlayan başkanlığında, İstanbul Ticaret Odası Meclis Üyeleri, basın mensupları, TESİYAP (Televizyon ve Sinema Filmi Yapımcıları Meslek Birliği) üyeleri ve İMMİB (İstanbul Maden ve Metaller İhracatçı Birlikleri) üyelerinden oluşan kalabalık bir grup. Uçuş yaklaşık altı buçuk saat sürecek ve biz Hindistan saati ile 15 Kasım Salı saat 04.30’da Mumbai'de olacağız. Türkiye ile Hindistan arasında saat farkı üç buçuk saat.

Mumbai’de ilk gün, Bollywood yapımcıları ile görüşmelere, Mumbai Ticaret Ateşeliği’nin açılışına ve Hintli Tüccarlar Odası (İndian Merchants Chamber) ziyaretine ayrılmış durumda. 16 Kasım'da ise fuarı açacağız ve teker teker tüm standları gezip katılımcılara sertifikalarını vereceğiz. Sn. Çağlayan'ın Maharashtra Eyaleti (Mumbai'nin başkenti olduğu eyalet) Başbakanı ile görüşmesinden sonra Hintli işadamları ile bir toplantımız, ardından da akşam yemeği var. Ardından 02.30’da otelden ayrılıp vatana dönüş için Mumbai havaalanının yolunu tutacağız.

Mumbai, Hint yarımadasının batı sahilinde yer alan, yaklaşık 20 milyon nüfusu ile Hindistan'ın en büyük şehri. 1995 yılına kadar şehrin adı Bombay imiş. Bu  isim sömürgecilik dönemini çağrıştırdığı için, şehrin adı Mumbai olarak değiştirilmiş. Bombay Portekizceden geliyor; ‘Şanslı veya güzel körfez’ demek. Mumbai ise Mumba kelimesinden (Hintlilerin balıkçı tanrıçası) türetilmiş. Şehrin ilk sakinleri balıkçılarmış.

TRENLER GÜNDE 7 MİLYON KİŞİ TAŞIYOR

Merkezden dış mahallelerine mesafenin yaklaşık 70 km olduğu bu dev kentte en önemli ulaşım aracı tren. Trenler günde yaklaşık 7 milyon kişi taşıyor.

Kente ilk olarak Portekizliler 1534 yılında gelmiş. O zaman burası yedi adadan oluşan ufak bir balıkçı kolonisiymiş. 1661'de İngiltere kralı II. Charles ile evlenen Portekiz Prensesi Catarina de Bragança çeyiz olarak şehri kocasına vermiş. Fas notlarımı okuduysanız hatırlarsınız, bu evlilikte İngilizlere düğün hediyesi olarak verilen diğer bir şehir de Tanca'dır. İngilizler bu adaların arasını doldurarak burayı mükemmel bir ticaret limanı haline getirmişler. Kentin kaderi 1860 Amerikan iç savaşı ile değişmiş. O tarihe kadar tüm pamuk ihtiyaçlarını Amerika'dan karşılayan İngilizler, bu ülkede iç savaş çıkmasıyla Hindistan pamuğuna yönelmişler. İngiltere'ye en yakın limanın da Bombay olması tüm pamuk ticaretinin buradan yapılmasına yol açmış. Şehirde arka arkaya iplik fabrikaları kurulmaya başlanmış. Bu fabrikalarda çalışmak için de binlerce Hintli Bombay'e göç etmiş. Böylece bu ufak balıkçı kasabası, Hindistan'ın ekonomik baş şehrine dönüşmüş. Bugün Türkiye'de İstanbul - Ankara ne ise, Hindistan'da da Mumbai - New Delhi o. Ayrıca dünyanın en büyük film endüstrilerinden biri, Bollywood (Hollywood’dan esinlenilerek bu isim konulmuş) da bu kentte.

RESMİLEŞEN YEREL DİL SAYISI 18

Hindistan, eyalet sistemi ile yönetiliyor. Toplam 28 eyalet var. Mumbai'nin başkenti olduğu eyaletin ismi Maharashtra. Her eyaletin kendi parlamentosu, valisi ve başbakanı var. Vali atama, başbakan ise seçimle geliyor. Her eyaletin kendi resmi dili var. Bizim kaldığımız eyaletin resmi dili Marathi. 1.2 milyar nüfuslu Hindistan'da yüzlerce din, binlerce yerel dil ve 15 alfabe var. Resmi olarak tanınan yerel diller ise sadece (!) 18 adet. Okullarda üç dil öğretiliyormuş; Hindi (ortak dil), İngilizce ve eyaletin kendi dili.

YA UYKU YA DA ŞEHİR TURU

Mumbai

07.00’de otele girdik. Programıma baktığımda, şehri gezecek hiç vaktimin olmadığını gördüm. Heyetimize şehir turu için 17 Kasım Perşembe günü ayrılmış. Ama ben Sn. Çağlayan ile bir gün evvel döndüğümden bu tura katılamıyorum. Tüm gece uçakta geçtiği için, ilk randevumuzun saati 13.00; hiç olmazsa birkaç saat otelde dinlenebilelim diye... Bu benim Mumbai'ye ilk gelişim olduğu için uykumdan fedakarlık etmeye karar verdim. Tur şirketinden ayarladığım bir rehber yardımıyla birkaç saatliğine de olsa şehri dolaşmaya çıktım.

Rehberim Mogan isminde genç bir delikanlı. İsmi Portekizceden geliyormuş. Hindistan'da hakim din Hinduizm olmasına rağmen, Mogan Katolik. Zamanında Portekizliler pek çok Hintliyi Katolik yapmışlar, bizim rehber de anladığım kadarı ile bu Hintlilerin soyundan geliyor. Mogan'ın dediğine göre, Anglikan olan İngilizler Hıristiyanlığı yaymak için uğraşmamışlar ama Katolik olan Portekizliler çok ciddi misyonerlik faaliyetlerinde bulunmuşlar.

İlk durağımız Mahatma Gandi'nin Bombay'de otururken yaşadığı ev. Gandi Hindistan'a dönünce (1917) ilk olarak bu kente yerleşmiş ve pırlanta ticareti yapan yakın bir arkadaşına ait olan bu evde 1934 yılına kadar yaşamış. Meşhur sivil itaatsizlik eylemini başlattığı, halk kongrelerini topladığı ve tutuklandığı (1932) ev de burası. Bilindiği gibi Hindistan, İngiliz sömürgesinden Gandi liderliğinde 1948 yılında kurtulmuştu.

GANDİ’NİN ÇALIŞMA ODASI ÇOK ETKİLEYİCİ

Gandi'nin Odası


Mahatma kelimesi, ‘Yüce ruh’ manasına geliyor ve aynı Atatürk adı gibi, Gandi'ye ulus tarafından verilmiş. Gandi'den bahsederken Hintlilerin kullandığı diğer bir kelime de baba anlamına gelen ‘Bapu’. Müze haline getirilmiş evi gezerken beni en çok etkileyen Gandi'nin çalışma odası oldu. Fotoğrafta da görebileceğiniz gibi, Gandi çok sade yasamış ve odasında da sadece birkaç parça eşyası var; bir çift nalın, kısa bir tabure, rahle, asa, birkaç parça kitap ve kendi elbiselerini hazırlamak için kullandığı pamuk eğirme tezgahları. Kendisi Hindu olmasına rağmen, çocukluğu Jain dinine mensup insanların arasında geçmiş. Dolayısıyla Gandi bu dinin öğretilerinden çok etkilenmiş. Hindistan’daki birçok dinden biri olan Jain dini de, şiddeti yasaklayan, insanın çok sade yaşamasını emreden bir din. Gandi de gerek sade yaşamını, gerek ise şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemlerini bu dinin öğretilerine göre gerçekleştirmiş.

Gandi'nin evinden sonra, Mumbai'ye giden herkesin mutlaka ziyaret ettiği, ‘Mermer tapınak’ da denilen, Jain tapınağına gidiyoruz. Jain, küçük olmasına rağmen Hindistan'da çok etkili bir din. Çünkü inananların neredeyse tamamı işadamı ve hayli zengin. Şiddetin her türlüsünü kesinlikle yasaklayan bu dinin mensupları belki de yeryüzünün en sıkı veganları. Et, balık zaten yasak. Yumurta, peynir, süt gibi hayvansal her türlü gıda yasak. Buna ek olarak soğan, sarımsak, patates gibi kökü yenen tüm bitkiler de yasak. Rehberimin dediğine göre kökü yenen bitkilerin tüketilmeme nedeni, kökte yaşayan çok minik canlıları öldürme ihtimali ve de kökü söküldüğünde bitkinin tamamen ölmesiymiş. Aynı şekilde bu dinin mensupları ipek ve deri eşya da kesinlikle kullanmıyor.

ÇIPLAK GEZEN PEYGAMBER

Jain Tapınağı

Bu sebepten tarım ile de uğraşamadıklarından asırlar boyu hepsi ticaret yapmış ve bugün de Hindistan’ın en zengin cemaati haline gelmişler. İşin ilginci bu din sade yaşamayı, insanın çok az eşyaya sahip olması gerektiğini öğütlediğinden dolayı, paralarını kendileri için harcayamıyorlar. Jain inancında Tanrı kavramı yok, onun yerine 24 tane peygamber var. Bu peygamberler ilahi emri ileten kişiler değil. Mükemmel bir hayat yaşayan, bu yüzden örnek alınması gereken azizler. Mesela en son Jain peygamberinin ki MÖ 6. yy da yaşadığına inanılıyor, hiçbir şahsi eşyası yokmuş, bu yüzden çıplak gezermiş!.. Bugün de onu taklit eden, bir mağarada tek başına çıplak yaşayan Jain keşişleri varmış. Bu açıklamaları dinleyince, dinimizdeki "Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize" cümlesini hatırladım ve şükrettim.

ÖLÜLERİNİ KUŞLARA VERİYORLAR

Sessizlik Kulesi Üstünde Uçan Kuş

Benim inanç sistemlerine ilgimi gören rehber, ‘Sessizlik kuleleri’ni anlattı; Hintli Zeostrianların mezarları. Zeostrianlar Hindistan'a yaklaşık bin yıl evvel İran'dan gelmiş. Bu insanlar dört temel element olarak toprak, su, ateş ve havayı benimsemişler ve bunlara kutsallık atfetmişler. Bunları kirletmemek için de ölülerini gömmüyor veya yakmıyorlar. Mumbai'de geniş bir bahçenin içinde yüksek kuleler inşa etmişler. Ölülerini bu kulelerin tepesindeki platforma bırakıyorlar ve kuşlar da gelip cesetleri didikleyerek yiyorlar! Kuleleri görmek istedim ama yasakmış. Ben de bahçenin önüne gidip fotoğraf çekmekle yetinmek zorunda kaldım.

Bu dinin peygamberi Zarutastra. Hintliler bu insanlara ‘İranlı’ manasına gelen ‘Parsi’ diyorlar. Mumbai'de yaklaşık 50 bin Parsi varmış. Parsiler dışarıdan kız alıp vermediklerinden fiziki görünümleri asırlar boyu hiç değişmemiş; Hintlilerden hemen ilk bakışta ayırt ediliyorlar. İşgal yıllarında İngilizlere çok yakın durmuşlar ve neticesinde de birçok ayrıcalık elde etmişler. Bu yüzden bugün çok zengin birkaç Parsi aile var. Mesela Türk kamuoyunda da tanınan TATA markasının sahibi olan Tata ailesi Parsi. Tac Mahal oteller zinciri de aynı aileye ait. Ailenin kraliyete olan sadakatini gösteren çok ilginç bir ayrıntıyı Sn. Çağlayan'ın danışmanı Bilal Bey sayesinde Tac Mahal otelinde fark ettim. Otelin bir köşesinde, aile kurucularının sömürge döneminde çekilmiş resimleri ve altında da bir yazı var; It all began with royalty  (Her şey krallıkla başladı).

 5 BİN KİŞİYE İŞ İMKANI: AÇIKHAVA ÇAMAŞIRHANESİ

Mumbai Çamaşırhanesi

Bir sonraki durak Mumbai çamaşırhanesi. Herhalde burası yeryüzünün tek açıkhava çamaşırhanesidir. Çamaşırhaneyi İngilizler 1870 yılında üniformalarını yıkatmak için kurmuş. Hindistan'ın dört bir tarafından çamaşırcılar getirmişler ve onları burada istihdam etmişler. Bugünkü çamaşırcılar da onların torunlarıymış.

Çamaşırhanede sadece erkekler çalışıyor. Evlerden, lokantalardan, hatta bazı küçük otellerden bile buraya çamaşır gönderiliyormuş. Rehberimin dediğine göre Hintliler elde yıkanan çamaşırın daha temiz olduğuna inanıyormuş. Yıkayanlar, ütüleyenler, müşteriye servis yapanlar derken bizim çamaşırhane beş binden fazla insanın ekmek kapısıymış.

Çamaşırcılar kastı, Hint kast sisteminde en aşağıdaki sınıflardan biri. Hindu dininden kaynaklanan bu sistem toplumu mesleklere göre dört sınıfa bölmüş; En üstte Brahman sınıfı var. Bunlar ağırlıklı rahipler. Şimdilerde doktor, avukat, vs. gibi meslekler de bu sınıftan sayılıyormuş. Bir aşağı kast Kshatriya; yani krallar, savaşçılar gibi yönetici sınıf. Sonra Waishya; işadamları, tüccarlar. En son da Shudra; işçiler, çiftçiler, esnaf, diğer bir deyişle diğer üç sınıf için çalışan insanlar. Bir de dokunulmazlar var, yani değilmemesi bile gerekenler... Bunlar da yabancılar, göçebeler... Sömürge zamanında birçok Brahman, Hıristiyanlara değmemek için yurtdışına bile çıkmazmış.

Bu kast sistemi dinsel bir ayrım olarak başlamış zamanla toplumun çok güçlü ve kırılmaz bir adeti haline gelmiş. Hangi kastta doğduysan ömür boyu ne kadar başarılı olursan ol o kastta kalıyorsun. Yasaklanmış olmasına rağmen, kastlar özellikle kırsal alanda, Hindular arasında geçerliliğini koruyor. Kırsalda ne kadar zengin olursan ol, hala kastının dışında biriyle evlenemiyormuşsun.

VICTORIA TREN İSTASYONUNDAKİ BÜYÜK TEZAT

Victoria Tren İstasyonu

Bir sonraki durağımız Victoria tren istasyonu. Bu istasyon dünya kültür mirası listesinde ve yeryüzündeki tren istasyonları içinde güzelliği ve çarpıcılığı ile ilk sıralarda gösteriliyor. Hindistan’ın en kalabalık tren istasyonu unvanını da taşıyan bu yapı, Kraliçe Viktorya'nın tahta çıkışının 50’nci yılı anısına 1887 de inşa edilmiş. İstasyonu gezerken giriş ve çıkışlardaki x-ray cihazlarına ve polislere gözüm takıldı. 26 Kasım 2008’de Mumbai'de iki terörist bu istasyona saldırmıştı. Halkın üstüne ateş açıp el bombası atan teröristler 58 kişiyi öldürmüş, 104 kişiyi de yaralamıştı. O günden sonra girişlere bu cihazları koymuşlar ve etrafa da pek çok polis yerleştirilmiş. Binanın mimarisi gotik tarzda. Yanına daha sonra eklenen peronlar ve yerde uyuyan perişan yolcular bu görkemli sömürge binası ile ciddi bir tezat teşkil ediyorlar.

ÜNİVERSİTELERE KONU OLAN SİSTEM: SEFERTASI TAŞIYICILIĞI

Bisikletli Dabbawala

Toplantıya geç kalmamak için acele ile otele dönerken rehberim,
“Şimdi Dabbawala’ların tren istasyonu karşısında toplanma saati, bunu kaçırmayalım, bir daha böyle bir şey göremezsiniz” dedi.

Dabbawala, ‘sefertası taşıyıcısı’ demek. 1880’lerde İngilizler Hint yemeklerini yiyemedikleri için  evlerinden ofislerine yemek getirtmeye başlamışlar. Böylece, evden ofise dolu, birkaç saat sonra da ofisten eve boş sefertasını taşıyan bir iş kolu ortaya çıkmış. Günümüzde Dabbawala’ların müşterileri, ofislerinde ev yemeği yemek isteyen Hintliler. Dabbawala'lar genelde bisikletleriyle evlerden dolu sefertaslarını topluyorlar. Sonra istasyonun karşısında toplanarak gideceği mahalleye göre sefertaslarını gruplandırıyorlar. Diğer bir ekip gruplanan sefertaslarını trenle gidecekleri mahalleye taşıyıp diğer istasyonda bekleyen bisikletli arkadaşlarına teslim ediyor. Bu grup da emaneti sahibine ulaştırıyor. Birkaç saat sonra boşalmış sefertasları aynı sistemle toplanıp evlere geri dağıtılıyor.

Bu sistem iş dünyası dergilerinde incelenmiş, bazı Dabbawala'lar üniversitelerde bu sistemi anlatmışlar, hatta Prens Charles da Mumbai ziyaretinde bu insanları ziyaret etmiş ve düğününe çağırmış. Dabbawala'ların bu kadar ilgi çekmesinin iki sebebi var: Birincisi, günde 200 bin teslimat yapılmasına ve her sefertasının en az üç-dört kişinin elinden geçmesine rağmen sıfır hata ile çalışan bir sistem olması. İkincisi ise, Dabbawala'ların okuma yazması yok. Sefertaslarının üzerine yalnız kendilerinin anlayabileceği bir takım renkli işaretler koyarak hangi yemeğin nereye teslim edileceğini belirtiyorlar. Bu yönleri ile sistem gerçekten de, işletme sınıflarında incelenmeyi hak ediyor.





Devam Edecek...
Hindistan Gezisinin Fotoğrafları için; http://www.facebook.com/myalcintas.sayfa

13 Kasım 2011 Pazar

Libya Notları II. Bölüm


ÜRETİM DURMUŞ İHRACAAT GELECEK VAAT EDİYOR

Ticari açıdan şu an en büyük sıkıntı muhatap kurumların henüz oluşmaması ve bankacılık sisteminin çalışmaması. Fakat elbette belirsizlik risklerle beraber fırsatları da barındırıyor. İlk gelenlerin gerek kazanç, gerek ise pazar hakimiyeti açısından büyük fırsatlar yakalayacağı muhakkak. Müteahhitlik alanında yeni hükümetin ciddi bir imar hareketine başlayacağı da kesin. Aynı şekilde, Libya’nın zaten çok sınırlı olan üretimi de neredeyse tamamen durmuş olduğundan, ihracat açısından da ülke gelecek vaat ediyor.

Sn. Çağlayan liderliğindeki resmi heyetin ilk toplantısı UGK Başkanı Mustafa Abdulcelil ile şehrin biraz dışındaki ‘İslam Çağrı Cemiyeti’nin dev kampüsünde yapıldı. Hissettiğim kadarı ile, Trablus’taki resmi binaların çoğu hasarlı olduğundan Sn. Abdulcelil bizleri burada kabul etmeyi tercih etti. Türk-Libya İş Forumu ise Türkler’in yapıp işlettiği Trablus’un en güzel oteli olan Rixos Otel’de gerçekleşti.

Rixos Oteli'nin girişi


SEYFÜLİSLAM’IN MEYDAN OKUDUĞU YERDE
KARIŞIK DUYGULAR İÇİNDEYİM

Otel girişini görünce, gözümün önüne birden Trablus kuşatmasının son günlerinde internette izlediğim bir video geldi. Tam benim o durduğum noktada, otelin girişindeki Rixos yazısının önünde, Kaddafi’nin oğlu Seyfülislam, Batılı gazetecilerle konuşuyordu. Savaşın son günleriydi, Trablus kuşatma altındaydı. Seyfülislam, “Zafer bizim, hepsini ezeceğiz” dedikten sonra birkaç adım ilerideki cipine tek başına yürüyor ve biniyordu. Şimdi kendisiyle aynı noktada olmak beni değişik duygulara götürdü. Daha birkaç ay evvelsinin o gururlu, neredeyse ülkenin tek sahibi olan adamı acaba şimdi ne halde?

Başta Kaddafi olmak üzere tüm ailesi zaferlerinden emindi. Çünkü geçmişte gerek Batı’nın gerekse çevrelerinin kendilerine gösterdikleri saygıyı, belki de sevgiyi gerçek sandılar. O politikacıların kendilerini her koşulda destekleyeceklerini düşündüler. Halbuki o yakınlık kendilerine değil, aynen o meşhur ‘Ye Kürküm Ye’ diyen Nasrettin Hoca fıkrasında olduğu gibi güçlerine, imkanlarınaydı.

SİYASETTE “KRAL ÖLDÜ YAŞASIN KRAL” GERÇEĞİ

Hiçbir siyasinin kendisine gösterilen sevgi, saygı ve bağlılığı koşulsuz gerçek zannetmemesi gerektiğini bir defa daha anladım. Evet, belki bir kısım insan liderine samimiyetle bağlıdır. Ama büyük çoğunluk, lider tökezler tökezlemez yani güç el değiştirir değiştirmez “Kral öldü, yaşasın kral” diye bağıracak kişilerdir.   

Türk – Libya İş Forumu, Libya Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği Başkanı İdris Abdulhadi Bey’in konuşması ile başladı. Duygusal bir konuşma yaptı İdris Bey. Sözlerine, 17 Şubat Devrimi’ndeki desteklerinden dolayı Türk halkına teşekkür ederek başladı. Konuşmasının sonunda da, “İslam dünyasının lideri olması için Türkiye’ye desteğimizi sürdüreceğiz” dedi. Kendisini ve hükümetin yeni kadrolarını hiç tanımadığımdan dolayı bu vurguyu neden yaptığını tam olarak anlayamadım. Gelecek günler bizlere bu insanların dünyayı okuyuşlarını daha iyi anlama fırsatı verecektir diye düşünüyorum.

LİBYA BAĞIMSIZLIĞINI İLK OLARAK
İSTANBUL’DA İLAN ETMİŞ

Libya Ekonomi Bakanı Abdullah Şamiya’nın konuşması bana biraz uzun geldi. Bu tip konuşmaları yeni yeni yapmaya başladığı, konudan konuya atlamasından belli oluyordu. O da konuşmasına, Türkiye’ye teşekkür ederek başladı. “Bingazi’ye insani yardım gönderdiniz, yaralılarımızı aldınız ve bize ilk kredi açan ülke siz oldunuz” dedi. Bilmediğim çok ilginç bir olayı da anlattı; Libya, bağımsızlığını ilk olarak İstanbul’da 45 ülkenin temsil edildiği bir konferansta ilan etmiş. UGK’nın Libya temsilcisi olarak kabul edildiği ilk uluslararası etkinlik İstanbul’daki bu toplantıymış.

Şamiya, Libya’nın ekonomisi hakkında da bilgi verdi. 70’lerin başında özel sektörleri varmış, ama Kaddafi’nin başa gelmesiyle sosyalist bir ekonomi anlayışı benimsenmiş. Kamu kuruluşlarına önem verilmiş ve özel sektör hiç kalmamış. Fakat bu kamu kuruluşlarında hep yolsuzluklar olmuş. Şamiya Kaddafi yönetiminde de Libya’ya hiçbir şey yapılmadığını iddia etti. Sözlerini, “Libya özel sektörü ve yabancı yatırımcılar Libya’nın kalkınmasının motoru olsun, biz yabancı yatırımcılara gerekli tüm kolaylık ve korumaları göstereceğiz” diyerek bitirdi. Ayrıca Türkler’in oynayacağı rolün çok önemli olduğunu, çünkü Libya ile Türkiye’nin ahlaki, tarihi ve İslamî bağlara birbirlerine bağlı olduğunu ekledi.

Sn. Zafer Çağlayan

Sn. Zafer Çağlayan kısa ama duygusal bir konuşma yaptı. Çok da alkış aldı:
“Afrika katısını iliklerine kadar sömürenler bugün Türkiye’den rol çalmaya uğraşıyorlar. Bizler Osmanlı’nın torunuyuz. Avrupa ülkelerine sesleniyorum, eğer iddia ettiğiniz gibi demokratikseniz, kendi ülkelerinizde tuttuğunuz Libya’nın paralarını teslim ediniz!”

ULUSLARARASI SİYASET ÇOK ACIMASIZ

Konuşmaları dinlerken tuhaf bir duyguya kapıldım. Siyaset, özellikle uluslararası siyaset çok acımasız. Kaddafi daha birkaç ay öncesine kadar İngiliz, Fransız, İtalyan politikacılar başta olmak üzere birçok ülke yönetimi tarafından büyük hüsnü kabul görüyordu. Roma ve Paris ziyaretlerinin ihtişamı, oralarda nasıl sıcak karşılandığı hala gözümün önünde. Ama işte o aynı politikacılar Kaddafi’nin üzerine bomba yağdırmakta bir an bile tereddüt etmediler…

HAREKATTA BİZİ DESTEKLEYEN KADDAFİ’YDİ

Gerçi Türkiye olarak bizim elimizde hiçbir Libyalı’nın kanı yok. Gene de olayların hızı karşısında hadiseleri içselleştirmede biraz zorlanıyorum. 1974 Kıbrıs Harekatı’nda tüm dünya bizim karşımızdayken, bize destek veren Kaddafi rejimiydi. Gene aynı şekilde Türk müteahhitlik sektörünün bu güne gelmesinde en önemli pay Kaddafi rejiminin Türk müteahhitlere verdiği işlerdir. Bu devrim sonuçta Libya halkının kendi iç meselesidir. Libyalılar Kaddafi’yi devirdiler ve yeni bir hükümet kurdular. Biz de tüm dünya gibi kendilerini tanıdık ve milli menfaatlerimiz doğrultusunda yeni rejim ile işbirliği yapıyoruz.

Umuyorum ki, gelecek hem Libya hem de Türk milletleri için geçmişten çok daha parlak olur. Yeni yönetim inşallah Libya’yı, halkın menfaatleri doğrultusunda, eski yönetimden daha iyi yönetir. Libya da medeni dünyadaki demokratik ülkeler arasında yerini alır.

Türk-Libya İş Forumu bitince, Libya Odalar Birliği Başkanı, Trablus Oda Başkanı ve Misrata Oda Başkanı ile TOBB Başkan Yardımcısı sıfatımla toplantılar yaptım. Hepsini bize karşı çok sıcak ve Türkiye ile iş yapmaya pek hevesli gördüm.

LİBYA’NIN GELECEĞİNDE VAR OLABİLMEK İÇİN

Libya’ya teşebbüs özgürlüğünün gelmesi, Libya’da özel sektörün yavaş yavaş palazlanması anlamına geliyor. Bugüne kadar Libya’da bir özel sektörden bahsetmek zordu. Olanlar ya çok küçük ya da devlet şirketlerinin bir uzantısıydı. Şimdi yeni yeni oluşmaya başlayan bu özel sektörle kuracağımız erken ilişkiler, bizlerin Libya’da gelecekte de güçlü bir şekilde var olmamız demek.

Libya'lı bir işadamı

TÜRKİYE AĞABEYLİK YAPABİLİR

Libya’da sadece hükümet değişmedi, rejim de değişti. Şimdi yeni anayasa yapacaklar, yeni kanunlar geçirecekler, yeni kurumlar oluşturacaklar. Örneğin bugüne kadar Libya’da bir belediye sistemi yoktu. Belki de sıfırdan belediyeleri kuracaklar. İşte bu noktada ben Türkiye’nin Libya’ya devlet tecrübelerini aktarabileceğini, yeni kurulacak bu rejime ağabeylik yapabileceğini düşünüyorum. İş alemi açısından da özellikle Misrata ve Bingazi şehirleri öne çıkacak gibi gözüküyor.

MODERN HAYAT ÖZLEMİNDE TÜRK DİZİLERİNİN PAYI

Daha sonra, dönüş için havaalanına gitmeden, Rixos Oteli’nin yöneticileri ile sohbet etme imkanım da oldu. Bana mal tedarikindeki zorluklardan dolayı, çarşı pazarda fiyatların neredeyse yüzde 70 mertebesinde arttığını söylediler. Ama bunun geçici olduğu fikrindeler. Ayrıca, Libya’da devrimden önce de pek fazla fakir insan olmadığını, devrimin ekonomik nedenlerden çıkmadığını düşünüyorlar. Onlara göre asıl sebep, değişik kabilelerin yönetimde söz sahibi olma talebi. Ayrıca diğer önemli bir unsur da, internet ve TV ile körüklenen ki bunda Türk dizilerinin de payı olduğunu söylediler; modern hayata duyulan özlem.

Trablus sokaklarında eli silahlı, her yaştan milisleri görmek mümkün. Şimdi barış sağlandığına göre, bu silahların nasıl toplanacağı önemli bir sorun gibi gözüküyor. Libya Başbakanı El Kib, Sn. Çağlayan ile görüşmeye otele geldiğinde yanında koruma olarak her üniforma, her yaş ve her tıraştan milisler vardı. Bu milis teşkilatından tekrar düzenli orduya geçmek çok da kolay olmayabilir.

BİZDEN TALEPLERİ VAR

Ülkede ve hükümette ciddi bir nakit sıkıntısı var. Şu an Libya’ya döviz kazandırabilecek hiçbir aktivite yok. Buna karşın Batı ülkelerindeki bankalarda 170 milyar USD paraları varmış. Şu an tüm uğraşları bu paraları geri alabilmek için. Sanırım Batılı ülkeler de bu paraları vermek için Libya hükümetinden çeşitli ayrıcalıklar istiyorlar.

Libyalılar’ın sağlıktan enerjiye kadar bizden birçok talepleri var. Bu taleplerin ne kadarını karşılayacağımızı ve Libyalılar’ın bizim isteklerimizin ne kadarına cevap verebileceklerini önümüzdeki günler gösterecek. Ama ne olursa olsun unutmamalıyız ki, Libya tarihi bir dönemeçten geçiyor ve bizim bugünlerdeki tutumumuz yarınki Türk – Libya ilişkilerinde son derece belirleyici olacak.

Dönüş...


Bitti


Libya, İş Alemi İçin Bir Fırsat Kapısı


Heyetimiz Trablus Havalimanı'nda

02 Kasım 2011, sabah 05.45’de Atatürk Havalimanı’ndayım. TİM (Türkiye İhracatçılar Merkezi)’in organize ettiği, Ekonomi Bakanı Sn. Zafer Çağlayan’ın başkanlığındaki Libya Ticaret ve Müteahhitlik Heyeti ile bir günlük Trablus seferimiz var. Uçağımız saat 06.30’da kalkacak, 09.30’da Trablus’a inecek. Aynı gün 20.00’de Trablus’tan havalanıp, 22.45’te yeniden İstanbul’da olmayı umuyoruz. Havaalanında bu seyahati organize eden TİM Başkanı Sayın Mehmet Büyükekşi ile karşılaştım. Gece Hakkari’den gelmiş, şimdi Trablus, akşam bizimle dönüp yarın da Almanya’ya gidecekmiş.

“Allah (cc) yardımcın olsun Başkan” diyorum; “Bu kadar fazla uçmak ve stres bedene çok zarar, özellikle basınç farkından dolayı kulaklara…”

Bir sonraki uçuşunuzda siz de bir deneme yapın. Uçak havadayken bir pet su şişesini boşaltın ve kapağını kapatın; hava almasın. Uçak inişe geçerken o boş şişeyi gözlemleyin. Basınç farkından dolayı nasıl büzüştüğünü, üzerinden sanki kamyon geçmiş gibi yassılaştığını göreceksiniz. İşte vücudumuz, uçak her yükseldiğinde ve alçaldığında bu basınç farkına uyum göstermeye çalışıyor. Çok zorlarsanız da bozuluyor.

Benim içkulağım alarm vermeye başladı bile. Benzer sinyallerin Sn. Büyükekşi’de de olduğunu biliyorum. Hatta bir ara Sn. Cumhurbaşkanımız da sık uçmaktan dolayı kulağından rahatsızlanmıştı diye hatırlıyorum...

277 KİŞİLİK GÜÇLÜ ÇIKARTMA

Uçağımızda yaklaşık 135 işadamı var. İkinci uçak Ankara’dan kalkıyor. O da Sayın Bakan ile birlikte 142 işadamı ve bürokratı getiriyor. Böylece 277 kişilik güçlü bir Türk heyeti oluyoruz.

Heyette hem Libya ile iş yapan müteahhitler hem de yeni çıkabilecek fırsatları değerlendirmek isteyen işadamları var. Ekonomi basınından gazeteciler de bize eşlik ediyor. Resmi görüşmelerin en önemli gündem maddeleri, Libya’da yaşanan olaylar neticesinde firmaların alacakları, uğradıkları zararların tazmini ve mevcut mukavelelerin geleceği.

Libya’daki devlet çarkları yeniden inşa edildiğinden dolayı, bizim en kısa zamanda karşımıza bir muhatap oluşturmamız lazım.

Libya’nın 2010 yılı ihracatı 47 milyar dolar, ithalatı da 19 milyar dolar. İhracatının neredeyse hepsi petrol ve petrol ürünleri.

2007’ye kadar Libya’dan petrol ithal ettik ve bu ülke ile dış ticarette hep açık verdik. O tarihten sonra petrol ithalatında Libya yerine Rusya ve İran’ı tercih ettiğimizden dolayı, dış ticaret dengemiz fazla vermeye başladı. 2010 yılında Libya’ya 2 milyar dolarlık mal satıp, 400 milyon dolarlık mal aldık. Biz genelde bu ülkeye demir-çelik ve inşaat malzemesi satıp, petrol ve petrol ürünleri alıyoruz.

Zaten Libya, dünyanın 18’inci, Afrika’nın ise 4’üncü büyük petrol üreticisi. Petrol rezervi açısından ise Afrika birincisi!

ASIL İŞİMİZ MÜTEAHHİTLİK

Bizim Libya ile asıl işimiz müteahhitlik. Türkiye bu sektörde Libya’da birinci sırada. Rakiplerimiz ise İtalya, Brezilya ve Çin. Tabii şimdi bu yeni hükümetle durumumuz ve sıralamamız ne olacak belli değil. Şu ana kadar gözlemlenen, yeni yönetimin de bizlere sıcak baktığı yönünde.

Türkiye, Libya müteahhitlik pazarına 1972 yılında girdi. O günden bugüne 27 milyar dolarlık proje üstlendik. Bugün itibarı ile Türk vatandaşlarının Libya bankalarında 100 milyon dolarlık parası, Libya toprağında 950 milyon dolar değerinde mal varlığı ve Libya devletinden de 1.4 milyar dolar alacağı var.

Libya talihsiz bir ülke. Petrol fiyatları yükselince, Libya’nın kişi başına düşen geliri 2010 yılında 48 bin 800 dolar oldu, neredeyse Türkiye’nin iki katı! Ama bu sadece kağıt üzerinde. Bu gelir adaletli bir şekilde dağıtılmadığından dolayı, halkı hak etmediği bir şekilde yaşıyor. Görüntüleri TV’lerde izlediniz. İşsizlik oranının yüzde 30 civarında olduğu tahmin ediliyor. Öte yandan nitelikli eleman olmadığından dolayı bir milyon yabancı işçi var.

ÖZGÜRLÜĞÜ OLMAYAN ÜLKENİN FAKİR VE PERİŞAN HALKI

Ülkede üretim neredeyse yok. Her ürünü ithal ediyorlar. Özel sektör de pek yok. Firmaların hemen hepsi kamu firmaları. Dolayısı ile asıl önemli olan, bir ülkenin milli gelirinin ne kadar olduğu değil. Önemli olan bu kazancın hakça tüm vatandaşlara pay edilip edilmediği. İnsanların, başta teşebbüs özgürlüğü, yani ekonomik özgürlük olmak üzere tüm insani haklara ve özgürlüklere sahip olup olmadığı…

Zaten özgürlükler bir bütün. Bir ülkede insanlar ne kadar özgür olursa, ülke ne kadar demokratik olursa, o ülke gerçek anlamda o kadar da zengin oluyor, halkı refah içinde yaşıyor. Çünkü zenginlik tabana yayılıyor. Eğer bir ülkede özgürlük yoksa, kağıt üzerinde o ülke zengin gözükse bile, aslında halkı fakir ve perişan. İşte o yüzden siyaset ve ekonomi birbirinden ayrılamıyor, o yüzden teşebbüs hürriyeti, güçlü bir özel sektör, kalkınmış bir ülkenin ilk şartı.

Sn Büyükekşi, Sn Aydın ve Ekonomi Bakanı Sn. Şamiya

Büyükelçimiz, Sn Ali Kemal Aydın, Trablus’un UGK (Ulusal Geçiş Konseyi) tarafından ele geçirilmesinden hemen sonra buraya gelmiş. Kendisi, ülkeye ilk gelen yabancı büyükelçi. Tunus üzerinden bin kilometre karayolunu araçla geçerek Trablus’a ulaşmış. Trablus havaalanında Sn. Çağlayan’ı beklerken bize bu yolculuğun hikayesini anlattı. Dinlerken, Hollywood bundan sıkı bir aksiyon filmi çıkarırdı diye düşündüm.

YENİ BAŞBAKAN AMERİKA’DAN GELEN BİR PROFESÖR

Kaddafi’nin öldürüldüğü  tarih 20 Ekim. 23 Ekim de Libya’nın Kurtuluş Bayramı ilan edilmiş. Kaddafi öldürülür öldürülmez 52 kişilik UGK (Ulusal Geçiş Konseyi) kendi arasında gizli oyla bir başbakan seçmiş. UGK’nın pek çok üyesi Libya dışında yaşayan muhalifler. Seneler sonra ülkelerine dönmüşler. Başbakanlığa seçilen Abdurrahim El Kib de böyle biri. Kendisi profesör ve elektrik mühendisi. Tam 30 yıldır ABD’de yaşıyor ve ders veriyormuş. Şimdi de Libya’nın başbakanı olmuş.

PET ŞİŞE ÜZERİNDE BİLE BAYRAK VAR

Havaalanından şehre giderken otomobilin camından etrafı seyrettim. Trablus’ta öyle bombalanmış, yanmış yıkılmış bir şehir havası yok. Olup biteni bilmeseniz, normal bir şehir bile sanabilirsiniz. Fakat biraz dikkatli bakınca, yer yer yıkılmış duvarlar, duvarların ardında bombalanmış, çökmüş bina iskeletlerini fark ediyorsunuz. Trablus’ta eski rejime ait yerler, genelde yüksel duvarlarla çevrili bahçeler içerisindeki binalarmış. Bu yüzden NATO bombardımanına kolayca hedef olmuşlar. Diğer sivil binalar çok fazla hasar görmemiş. Trablus’ta dikkat çeken diğer bir özellik ise bayrak bolluğu. Yeni ay-yıldızlı Libya bayrağı her yerde, gönderlerde, çıkartma şeklinde arabaların plakalarında, duvarlarda. Hatta pet şişede su üreten bir firma bile markasının yanına kocaman bir yeni Libya bayrağı yerleştirmiş. 


Devam edecek......

10 Kasım 2011 Perşembe

Benim Gözümden Fas II


FAS’TAKİ ADALET VE KALKINMA PARTİSİ: PJD

20 Şubat’ta gösteriler başlayınca, Fas Kralı anayasayı değiştirerek bir nebze de olsa ülkeyi demokrasi yönünde daha ileriye götürdü ve yetkilerinin bir kısmını devretti. Anayasa değişikliğinden evvel seçimler yapılmasına rağmen, başbakan, adalet, içişleri ve dışişleri bakanları Kral tarafından atanıyordu. Şimdi hepsi seçim ile gelecek. Ayrıca Amazigh de Arapça’nın yanında resmi dil olarak kabul edildi. Fas, 25 Kasım’da genel seçime gidiyor. Ülkede 36 siyasi parti var. Aralarında Kral’a yakın partilerin de bulunduğu sekiz parti bir araya gelip G8 hareketini oluşturmuş. Diğer güçlü siyasi akım da PJD. Tercümesi Adalet ve Kalkınma Partisi, amblemleri de lamba:)

PJD, İslami hassasiyetleri güçlü olan bir parti. Tunus’ta Nahda (dini motiflere çok daha fazla sahip çıkan bir partidir) partisinin seçimlerden zaferle çıkması gözleri Fas'ta PJD’nin üzerine çevirmiş. Ülkede seçim barajı yüzde 6 ve nüfusun yaklaşık yarısının okuma yazmayı tam olarak bilmediği tahmin ediliyor. Faslılar’ın en önemli beklentisi bu seçimlerin yeni yüzleri siyaset sahnesine taşıması, eskilerin yerlerini gençlere bırakması.

Tanca Limanı


Ekonomide genç Kral, Fransa ile kurduğu sıcak ilişki sayesinde ülkeye önemli miktarda Fransız yatırımcı çekti. Tanca şehri çok önemli yatırımlara sahne oluyor; Kazablanka - Tanca arası hızlı tren, Renault araba fabrikası, yeni Tanca limanı, Tanca teknokenti, Tanca endüstri bölgesi, otoban ağı bunlardan sadece birkaçı… VI. Muhammed 11 yıldır tahtta ve ekonomik anlamda birçok ilke imza atmış.

Fas ekonomisindeki ana sektör inşaat. Bunun yanı sıra balıkçılık ve tarım da mühim.
Ülke çok zengin fosfat yataklarına sahip. Geçmişte ülkenin kuzeyi İspanya, güneyi ise Fransa tarafından sömürgeleştirildiğinden dolayı, ekonomide bu iki ülke hala söz sahibi. Ülkenin eğitim dili ise Arapça ve Fransızca.

Yol kenarındaki muz serası


Fas'ın ABD ile de çok yakın ilişkileri var. ABD'yi ilk tanıyan ülke Fas. ABD’nin ilk ve en uzun politik antlaşması da Fas ile (1777) yapılmıştı.

‘BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI’ GERÇEK Mİ OLUYOR

Tanca şehrindeki ekonomik kalkınma hamlesi hakkında bilgilendikten sonra aklıma ‘Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları / John Perkins’ isimli kitap geldi. Kitapta anlatılan olaylar gerçek mi bilmiyorum ama, Perkins eserinde üçüncü dünya ülkelerine yapılan yatırımların mahsus çok büyük tutulduğunu ve büyük borçlar altına girerek bu yatırımları gerçekleştiren ülkelerin, gerekli nakit akışını sağlayamadığından dolayı Batılı ülkelere borçlarını ödeyemediğini anlatıyor. Katlanan bu borç neticesinde de ülke borç aldığı Batılı devletin her istediğine evet demek zorunda kalıyor.

Yanılıyor olabilirim, belki de geleceği tam okuyamıyorum ama Kazablanka - Tanca hızlı tren projesi bende böyle bir hissiyat uyandırdı... Mutlaka duymuşsunuzdur, Fransa'da TGV diye adlandırılan bu tren en popüler ulaşım aracı. Eğer bana söylenen rakamlar doğru ise yaklaşık 2 milyar Euro’luk bir maliyet ile aynı hat Kazablanka - Tanca arasına kurulacak. Proje maliyetinin yaklaşık yarısı Fransız bankalarınca, dörtte biri de körfez fonlarınca karşılanacak.

Umarım proje yatırım maliyetini karşılayacak nakit akışını ve umulan ekonomik hareketliliği sağlar.


HAZIR GİYİM BASKISINDAN ANAOKULU BASKININA
  
27 Ekim Perşembe sabahı konferansımız açılış konuşmaları ile başladı ve sunumlarla devam etti. Avrupalılar’ın da Kuzey Afrikalılar’ın da sıkıntıları, tekstil ve hazır giyimde artan Asya baskısı. Yaptığım açılış konuşmasında sorunun çözümünün birlikte hareket etmek olduğunu anlattım ve hem hükümetlerin hem de firmaların alması gereken tedbirleri açıkladım.

Daha sonra yanıma gelen Faslı bir işadamı çocuğunun Türk okulunda eğitim gördüğünü anlattı. Öğle arasında beraberce okulu ziyaret etmeye karar verdik. Nilüfer adlı okul Tanca merkezde, iki sene evvel açılmış. Anaokulu, ilkokul ve ortaokuldan oluşan bir eğitim merkezi.

Türk okulundaki anasınıfı


Yeni ahbabımızın ana sınıfında okuyan oğlu ve sınıf arkadaşları bizim gelişimize pek sevindi, biz de orada bulunmaktan memnunduk. Ancak suratından anladığım kadarı ile dersini böldüğümüz ve sınıfını karman çorman ettiğimiz genç öğretmen hanım bu ziyaretten pek de memnun olmadı:)

FAS’TAKİ FENERBAHÇELİ

Ufaklıklara bağırmamaları, çığlık atmamaları, yerlerine oturmaları için bayağı bir yalvardıktan sonra pes etti, kürsüye geçip oturdu ve biz sınıftan ayrılana kadar da bir daha hiç konuşmadı.

Bize okulu gezdiren Türk müdür yardımcısı ile bahçeye çıktık. Gözüm beden eğitimi dersi yapan öğrencilere takıldı. Kendi düğününde bile salona Fenerbahçe Marşı ile girecek kadar vefalı bir taraftar olan danışmanım Eren Bey heyecanlı bir şekilde FB formalı bir çocuğu gösterdi:

- Bak başkan, üstünde Semih'in forması var. Fenerbahçe’nin gücü Fas'ta bile hissediliyor!

Toplantıya dönmeden şehirde ve eski şehir merkezinde hızlı bir yürüyüş yaptık. Dar sokakları, minicik dükkanları, çoğu geleneksel kıyafetli sakinleri ile eski şehir hala o muazzam Endülüs medeniyetinin izlerini taşıyor. Ayrıca 50’li yıllardaki ‘serbest şehir’ günlerinden kalma bohem hayatın izlerini de, zaman zaman görmek mümkün.

 Tanca


BÜYÜK HEDİYELERİN ŞEHRİ

Konferansımız bir basın toplantısı ile neticelendi. Gala yemeği de hala İtalya’nın mülkiyetinde olan ortası avlulu güzel bir binada yapıldı. Binayı Kral kendine saray olarak yaptırmış. Daha sonra İtalyan devletine hediye etmiş. İtalyanlar önce burayı lise olarak kullanmışlar, şimdi de muhtelif sosyal aktiviteler için kiraya veriyorlar. Zaten bu topraklarda böyle ağır hediye vermek bir gelenek anladığım kadarı ile. Koca Tanca şehri bile zamanında çeyiz hediyesi olarak verilmiş!!! Hikaye şu: Şehir 1471'de Portekizliler’in eline geçmiş. 1661'de İngiltere Kralı II. Charles ile evlenen Portekiz Prensesi Catarina de Bragança, çeyiz olarak bu şehri kocasına vermiş. Şehir 1684’de tekrar Fas’a geçmiş.

CUMA GÜNLERİ MUTLAKA KUSKUS YENİYOR

Tavuklu Kuskus


Yemek ki aslında ‘ziyafet’ demem lazım, geleneksel Kuzey Afrika misafirperverliğinin en güzel örneklerinden biriydi. Kalabalık bir Fas saz heyeti yemek boyunca geleneksel parçaları seslendirdi. Üç ana yemek ayrı ayrı büyük tabaklar içinde sofralara servis edildi. Balık, et ve kuskus. Kuskus geleneksel kuzey Afrika yemeği. Cuma günleri, namazdan sonra tüm ailenin evde toplanıp kuskus yemesi adetleri arasında. Ana malzemesi ince bulgur olmak üzere kuskusun değişik tipleri var. Etli, tavuklu veya sebzeli olabiliyor. Tunus’da balıklısını da yeme fırsatım olmuştu.

İki günü yolda, bir günü de Tanca’da toplantı ve kısa şehir turu ile geçen Fas gezimin notları bu şekilde.

Vakti ve imkanı olan herkese Fas’ı ziyaret etmelerini tavsiye ederim. İş veya turizm için olsun, Faslılar’ın sıcakkanlığı, misafirperverlikleri ve ülkenin güzellikleri her ziyaretçinin ülkesine mutlaka en güzel hatıralarla dönmesini sağlayacaktır.

Ev sahibimiz Tanca oda başkanı Ömer Moro

Bitti
Gezi resimleri için; http://www.facebook.com/myalcintas.sayfa

9 Kasım 2011 Çarşamba

EKONOMİDEN SOSYAL HAYATA KÜLTÜRDEN TARİHE BENİM GÖZÜMDEN FAS


Akdeniz Odalar Birliği (ASCAME) olarak, Akdeniz ülkeleri arasındaki işbirliğinin gelişmesi için, başkanlık yaptığım şu son dört yıl boyunca birçok yeni proje geliştirdik. Bu projelerden en önemlileri şüphesiz, Meditour ve Meditex. Meditour her iki senede bir, değişik bir Akdeniz şehrinde düzenlenen Akdeniz Turizm Kongre ve Fuar'ı. Meditex ise aynı formatta düzenlediğimiz Akdeniz Tekstil Kongre ve Fuar'ı. Geçen sene (2010 Eylül) Meditour Malaga’da (İspanya) düzenlendi. Şimdi de Meditex Tanca’da (Fas) gerçekleştirildi (2011 Ekim).

Tanca


Türkiye’den Tanca’ya ulaşmak pek kolay değil. Eğer programınız müsait ise THY ile İstanbul - Kazablanka uçabilir (4 saat 40 dk.) ardından da otomobille çift şeritli bir otobandan, gene yaklaşık dört saatte (320 km.) Tanca’ya varabilirsiniz. Yok eğer doğrudan Tanca Havalimanı’na ineceğim derseniz, aktarmalı uçmanız gerekiyor. Güncel uçak tarifeleriyle yine en az 11 saatlik bir yolculuk demek bu.

İstanbul’dan yola çıkan ufak bir heyet ile, Meditex için Kazablanka'ya indiğimizde, karşımızda bizi karşılamak için otomobiliyle ta Tanca'dan gelen Hişam Bey’i bulduk. Hişam, Faslı bir müteahhit, 30’lu yaşlarda ve Tanca Odası’nın yönetim kurulunda görev yapıyor. Yol boyunca uzun uzun sohbet ettik. Hişam’ın iki kişilik güzel bir spor otomobili var. Tanca’ya kadar yol dümdüz otoban olmasına ve benim ufak tefek tahriklerime rağmen saatte 120 km’yi hiç geçmedi. Sebebiyse, yol boyu radarın olması... Fas otobanlarının büyük kısmını, belki de ‘otoban’ değil de ‘duble yol’ demek daha doğru bir tarif olur, Türk inşaat firmaları yapmış. Kazablanka’dan Rabat’a giden yol halen inşa halindeydi ve şantiyede gördüğüm kocaman MAKYOL levhası beni çok mutlu etti.

Hişam'ın yolda bana ilk söylediği söz şu oldu:

- İstanbul'u ve Türkler’i çok seviyorum, geleceğinizi duyunca mutlaka kendim karşılamak istedim.

Ayrı bir aracımız olmasına rağmen Hişam’ın sırf bizi havaalanında karşılamak için 10 saat otomobil kullanmayı göze alması beni hem çok sevindirdi hem de verdiğim bunca zahmetten dolayı üzdü. Neden bizleri sevdiğini sorunca değişik bir cevap verdi:

- Türkler çalışkan insanlar, bu benim çok hoşuma gidiyor. İstanbul'u da çok seviyorum çünkü hem Avrupai hem de İslami yaşam tarzını yan yana bulabiliyorum.

Geçen gezilerimden kalma alışkanlıkla seyrettiği Türk dizilerini soruyorum. “Polat Alemdar'ı tanıyorum” diyor. Televizyon seyretmeye vakti olmadığından ‘Kurtlar Vadisi'nin tüm serisini DVD olarak almış, boş kaldıkça izliyormuş. Politikacı - mafya ilişkileri ilgisini çekiyor diziyi çok beğeniyormuş.

Hişam, tam bir Recep Tayyip Erdoğan hayranı. Davos'taki çıkışı kastederek;

- Karakterli adam. Yahudilere bir tek o kafa tutabildi. Hem Türkiye için de çok şey yaptı; diyor.

Hişam, Fenerbahçe’nin bu sezonki son maçını İstanbul'da bir kafede, Fenerbahçe taraftarları ile beraber seyretmiş. O gün bugün de iflah olmaz bir Fenerbahçeli:)

Kendisi Tanca yakınlarındaki Nador şehrinden Berberi bir aileye mensup. Bildiğiniz gibi Berberiler Fas'ın asıl yerlileri. Araplar bu topraklara daha sonra, İslamiyet ile beraber gelmiş. Fas Kraliyet Ailesi’de (Alevit'ler) kökleri Orta Doğu’ya dayanan Arap bir aile. Ülkenin resmi dili Arapça olmasına rağmen benim kırık dökük Arapçam, Faslılar’ın kendi aralarında konuştuklarından bir kelime bile anlamama müsaade etmedi. Konuştukları Arapça lehçesi yazılamıyor, Amazigh (Berberilerin kendi dilleri) ile karışmış bir Arapça. Kuzey Fas'ı zamanında İspanyollar, güneyi de Fransızlar sömürgeleştirmiş. O yüzden kuzey lehçesinde İspanyolca, güney lehçesinde de Fransızca birçok kelime var.

KADDAFİ’NİN ÖLÜM ŞEKLİNDEN DEĞİL
AMA GİDİŞİNDEN MEMNUNLAR

Karşılaştığım Faslılar’ın çoğuna Libya ve Kaddafi'yi sordum. Öldürülme şeklini onaylamamakla beraber, hepsi Kaddafi'nin gitmesinden son derece memnun. Hatta Fas'ın en büyük düşmanının Kaddafi olduğunu iddia edenler bile oldu. Bu düşmanlığın altında Batı Sahra ve Polisario meselesi yatıyor. 1975 yılında İspanya, Batı Sahra’dan çekilirken zengin fosfat madenleri bulunan bu bölgenin kuzeyini Fas, güneyini ise Moritanya’ya bıraktı. Polisario gerillaları denilen yerel bir grubun her iki ülkeye karşı başlattığı bağımsızlık mücadelesi neticesinde Moritanya haklarından Fas lehine feragat etti. O günden bu yana Fas devleti ile Polisario gerillaları arasında silahlı mücadele var. Polisario özellikle finansal açıdan Kaddafi rejimi tarafından destekleniyordu. Hatta birçok gerillanın bu son rejim değişikliği esnasında Kaddafi'ye bağlı güçlerle beraber savaştığı da söylendi. Polisario'nun asıl büyük destekçisi ise tabii ki komşu Cezayir. Gerillanın lider kadrosunun Cezayir'de yaşadığı, Cezayir'in her türlü desteği verdiği de biliniyor. Zaten o yüzden Fas ile Cezayir arasında büyük gerginlik var; iki ülke arasındaki sınır hala belirlenebilmiş değil.

Faslılar Kaddafi'yi sevmemekle beraber, Libya’da olanları petrolün paylaşımı olarak görüyorlar; “Irak petrolü Amerika'ya, Libya petrolü Fransa ve İngiltere'ye gitti” diyorlar. Petrolün ülkeye getirdiği zenginliği halkı ile paylaşmadığı için Kaddafi'nin sonunun geldiğine inanıyorlar.

Çarşamba akşamı Tanca Oda Başkanı Ömer Moro bizi şehrin biraz dışında, Atlantik okyanusu kıyısında Le Mirage isimli bir otele yemeğe götürdü. Burası, ülkenin en meşhur otellerinden biri. Daha önce Sarkozy, Chirac, Merkel gibi birçok Batılı lideri ağırlamış. Güzel bir mimarisi ve çarpıcı bir manzarası var. Otelin hemen yakınında Tanca’nın turistik iki doğal güzelliği var; Herkül mağarası ve Spartel burnu.

Le Mirage oteli ve plajı

Herkül mağarasının denize bakan çıkışı Afrika kıtasını veya ağzı açık bağıran bir adamı andırıyor. Spartel burnu ise, Afrika kıtasının en kuzey-batı noktası. Cebelitarık boğazının başladığı bu nokta, Akdeniz ile Atlas okyanusunun kesişme noktası.

Herkül Mağarası


Sofrada Euratex'den Bay Marchi de vardı. Hem Avrupa ekonomisinin yavaşlaması hem de sıcakların devam etmesi yüzünden sonbahar serilerinin hala raflarda yer bulamaması sadece bizi değil, tüm Kuzey Afrika tekstil ve hazır giyim sektörünü zorda bıraktı. Bay Marchi'ye Avrupa tekstilinin yavaşlamasından bahsettim, şu cevabı aldım:

- Yavaşlamak mı? Hayır efendim, Avrupa'da tekstil yavaşlamadı, Avrupa'da tekstil kondu! (uçağın inip piste konması ve durması anlamında). Ayakta kalabilenler sadece Avrupa dışına ihracat yapanlar. Herkesin zannettiğinin aksine Avrupa tekstil firmalarının ortalama çalışan sayısı 13. Bu KOBİ'lerin böyle bir dalgaya dayanmalarına imkan yok.

Spartel Burnu


Akdeniz'in kuzeyi için de, güneyi için de zor zamanlar bunlar. Kuzey Akdeniz ülkeleri ekonomik, güney Akdeniz ülkeleri de siyasi buhran ile uğraşıyorlar. Güney Akdeniz ülkeleri içinde Fas bu buhranı en hafif hissedenlerin başında yer alıyor. Bunda şüphesiz sıkıntıyı erken fark edip hem politik hem de ekonomik önlemler alan Fas Kralı VI. Muhammed’in önemli payı var. Ülkede nerede ise her pazar gösteri olmasına rağmen diğer Kuzey Afrika ülkelerindeki şiddet burada yok.


Devam edecek.....
Gezi resimleri için; http://facebook.com/myalcintas.sayfa